GELİBOLU’YU ANLAMAK

“Hür Adam” ve Maneviyatçı Sinema Üzerine (Enver Gülşen)

 

Mehmet Tanrısever’in “Hür Adam” filmi uzunca bir süredir merakla bekleniyordu. Said Nursi’nin hayatı üzerine bir film olan Hür Adam, gösterime girmeden önce özellikle yönetmeninin “Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi, dünyanın da en iyi 50 filminden birisini yaptım” iddialarıyla hepimizin merakını celbetmişti.


Filmi, gösterime girdiğinin ikinci gününde, gerek dini konulardaki, gerekse de Said Nursi ve Şeyh Said hakkındaki bilgi ve öngörüsüne güvendiğim bir dostumla izledim. Dostumun filmin sonuna doğru yaptığı tespit dikkat çekiciydi: “Bediüzzaman’a hakaret etmişler!”


Nasıl bir filmdi Hür Adam ve Bediüzzaman’a nasıl hakaret ediyordu? Elbette filmin Bediüzzaman Said Nursi’ye büyük saygı ve sevgisi olan bir ekip ve yönetmen tarafından çekildiği belliydi. Elbette bu sevgi, filmin tüm karelerine sirayet ediyordu. Ancak bir kişiye aşırı sevginin sinemada yol açtığı büyük tehlikeler vardır. Cehenneme giden yollar iyi niyet taşları ile örülüdür çünkü. Hür Adam her sahnesinde, iyi niyetle kurulan ama sonucu açısından günümüz politikasına göz kırpmakta olan bir film izlenimi veriyor.


Filmin final sahnesinde “Bilin ki bana işkence edenler arasında gerçekten Türk olan hiç kimse yoktu. Çünkü Türklerin genlerinde işkence yoktur” dedirtiliyordu Said Nursi’ye. Said Nursi’nin böyle bir söz edip etmediğini bilmiyorum. Ama her filmin bir “seçim” ve dolayısıyla sansürden ibaret olduğunu düşündüğüm için, böyle bir söz söylenmiş olsa dahi, bu sözü tüm sözler içinde final sahnesi yapmanın bir sebebi vardır. O sebep, bugün Said Nursi’nin izinden gittiğini söyleyenlerin büyük çoğunluğuna sirayet eden Türk milliyetçiliğinin ve “devlete bağlılığın” üstüne basılma ihtiyacıdır bana göre.


Hür Adam’ın ilk bir saati, Said Nursi’nin hayatının uzunca bir döneminin, anekdot ve menkıbeler aracılığıyla fragmansal bir yapıda aktarılmasına ayrılmış. Ancak filmin, bir bilgenin, büyük bir İslam âliminin, manevi gelişimini ve o gelişimi oluşturan, taşıyan ve sürdüren itici güçleri ortaya koyduğunu söylemek oldukça güç. Film mesela Tarkovsky’nin Andrei Rublev filminde olduğu gibi kendisini uzunca bir mücadele sürecinde bulan bir sanatçının ruhsal gelişimini aktarmaktan ve seyirciyi de bu gelişime ortak etmekten ziyade, Attenborough’nun Gandhi filminde olduğu gibi “hazır bulunmuş” bir ruhsal durumun ve o ruhsal durumun otomatik olarak sahip olduğu varsayılan bilginin aktarımına ve o bilginin sahibi olan insanın politik mücadelelerine odaklanmış. Film manevi bir gelişimi seyirciye ortak etmek yerine, büyük bir âlimin siyasi otorite tarafından eziyetlere uğramasını merkeze almış. Böylece maneviyata açılan bir filmin en önemli öğesi olan zaman kavramını ihmal etmiş.


Hür Adam filmi fragmansal yapısıyla tarihsel bir film olarak okunabilirdi. Örnek alındığı çok belli olan “Gandhi” filmine özellikle ilk bir saatlik bölümde oldukça yaklaşan film, son bir buçuk iki saatiyle adeta Samanyolu televizyonunda yayımlanan dizilere dönüyor. Kurmak istediği tarihsel film çatısını, bugünün politikasına ve milliyetçiliğe fazlaca teslim olarak kendi elleriyle yıkıyor. STV’ de yayımlanan hemen tüm dizilerde gördüğümüz, Türkçeleri bozuk (Yahudi, Ermeni, Mason vs imaları olan) ve hepsi de Türkiye’ye düşman kişilerin oluşturduğu konseylerden birisi Hür Adam filminde Said Nursi’yi durdurma planları yapıp durur ama bir türlü beceremez. Said Nursi, o konseydeki şahısların ve yine oldukça karikatürize aktarılmış savcı ve hâkimlerin yaptıklarına karşı duruşuyla adeta “yenilmez” kılınır. Ne yapsalar onu durduramıyorlardır! Filmde, konseydeki ve çoğu başka bölümlerdeki aşırı basite indirgenmiş karikatürize konuşmalar, filmin manevi yapısını çözen birinci etken olurken, başlangıçta tarihsel bir film olma imkânına sahip olan filmin o imkânını da bitiriyor. Kendisini fazlaca önemseyen, her konuşmasında Risalelerin ve kendi rolünün büyüklüğü üzerine, içinde çok fazla “ben” olan cümleler kuran bir Said Nursi izliyoruz beyazperdede. Bilgeliği dolayısıyla kullandığı cümlelerde de ontolojik bir tevazua sahip olması gereken – ve aslında öyle olduğu da bilinen – birisinin dilinden aktarılan bu tür sözler, o büyük âlimi, kibirli bir şahsiyet haline döndürüyor adeta.


Elbette bu görünümün yönetmenin bilinçli tercihi olmadığını tahmin etmek zor değil. Ortaya çıkan sonuç, büyük oranda, aşırı sevgiden dolayı kusursuz hale getirilen bir şahsiyet aracılığıyla, kendi siyasi tercih ve konumlarımızın kutsanması anlamına geliyor. Filmin sonunda söylenen “Bana işkence yapanlar arasında bir tek Türk yoktu…” sözü de bu anlayışın en temel göstergelerinden bana kalırsa. Önce çok sevdiğimiz âlimi, kusursuz ve her şeyin en doğrusunu bilen bir konuma yerleştiriyor; sonra da günümüz politikasında kendi konumumuzu temsil eden argümanları, onun dilinden ya da bütünden soyutlanmış fragmansal seçmelerimizden seyirciye duyuruyoruz. Böylece maneviyata açılma niyetiyle yapılan bir film dahi propagandaya dönüşebiliyor. Ve evet bu filmi beraber izlediğim dostumun söylediği gibi, bu basit propaganda görünümü, niyet açısından olmasa bile sonuç açısından Bediüzzaman’a hakarettir!


Sinemaya büyük bir merak ve heyecanla gittiğimde, beklediğim şey, bu büyük âlimin hayatındaki manevi, ruhsal kırılmaları ve manevi gelişimini izleyebileceğim ve o deneyime ortak olabileceğim bir filmdi. Sorular soran bir filmdi beklediğim. Ve o sorulara, hazır ve çoğu zaman çocuk basitliğine indirgenmiş cevapları olan değil, cevapları Said Nursi’nin manevi gelişimiyle birlikte seyirciye de arattıran bir film izlemekti umudum. Ama gördüğüm şey, önce bir tarihsel film, sonra da STV dizisine döndü gözlerimin önünde. Maalesef Müslüman kesim özellikle cumhuriyetin ilk yıllarında yaşadığı travmayı aşamıyor. Kendisini anlatırken dahi, o travmanın yönlendirdiği bir dili kullanıyor. Ve o incinmenin müsebbiplerine “karşı” bir dil kullanırken dahi onları büyük oranda onaylıyor.


Doğrusu büyük çaba sarf edilmiş olduğu çok belli olan ve büyük ihtimal milyonlarca kişi tarafından izlenecek bir filmin yönetmeninin, teknik meselelere olduğu kadar, hatta daha da fazla manevi meselelere kafa yormasını beklerdim. Prag Senfoni Orkestrası tarafından seslendirilen ve çoğu zaman filmin ortamını bastıran gürültüde ve “despotluktaki” müzik, bir filmi tek başına iyi yapmıyor. Ya da yüzlerce figüranın toplanması…


Film kimi zaman önemli ışıklar vermiyor değil. Bazı sahnelerde, ama özellikle suskunluğun ve zaman akışının baskın olduğu bazı sahnelerde bir umut veriyordu film. Ama hemen sonra o umudu kendi elleriyle yıkıyordu. Sanırım “her şeyi en iyi biz biliriz” ve “her türlü sorunun cevabı bizde ve âlimlerimizde hazır olarak var” türü anlayışlar, iyi film ya da sanat eseri yapmanın önündeki en büyük engeller. Zira her an yeni bir arayış, her an yeni bir canlanma gerekir ve bu canlanma ancak ve ancak her anı ebediyet içinde gizli bir hazineye çeviren zaman üzerine düşünen bir sinema ile aktarılabilir. Hür Adam bende özellikle son bir buçuk iki saatiyle büyük hayal kırıklığı yarattı. Bu defa gerçekten bir şeyler umut etmek istemiştim. Olmadı!


 


http://envergulsen.wordpress.com/2011/01/09/%E2%80%9Chur-adam%E2%80%9D-ve-maneviyatci-sinema-uzerine/

9.536 okunma

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir