GELİBOLU’YU ANLAMAK

Edward J. Erickson’un Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu Kitapları Üzerine (Askeri Tarihte Yeni Yaklaşımlar, Yeni Eleştiriler) ( Mehmet Beşikçi)

Askeri tarih, Osmanlı/Türk tarihyazımının en yavaş gelişen çalışma alanlarından biri olmaya devam etmektedir ve dünyadaki iyi örneklerle kıyaslandığında, Osmanlı/Türk tarihindeki zengin malzeme bolluğuna rağmen, bu alanda gerek akademik ilgi ve gerekse de vasıflı ürünler açısından ciddi bir kısırlık göze çarpmaktadır. Dünya tarihçiliğinde artık sosyal ve siyasal tarih alanlarından ayrı düşünülemeyen ve üniversitelerin tarih bölümlerinde popülaritesi giderek artmakta olan askeri tarih alanı, Türkiye’de hâlâ, genellikle “askerlerin yapması gereken bir iş” olarak görülmeye devam etmekte, dolayısıyla da akademik tarihçilikteki “marjinal” statüsünden bir türlü kurtulamamaktadır.[1] Oysa, bilhassa konu Birinci Dünya Savaşı gibi bir “topyekûn savaş” olduğunda; yani, savaşan ülkelerin savaş için toplumun bütün kaynaklarını seferber ettiği ve cephe ile cephe gerisi arasındaki ayrımın giderek belirsizleştiği çok-boyutlu bir çatışma dönemini tarihsel araştırmanın nesnesi yapmak gerektiğinde, sosyal ve siyasal tarihçilik alanlarından beslenen ve aynı zamanda da o alanlara katkı yapan nitelikli bir askeri tarih perspektifinin önemi tartışılmazdır. Türkiye’deki tarihçilik böylesi bir perspektifin sıkıntısını ciddi bir şekilde çekmektedir. Ayrıca, Birinci Dünya Savaşı hakkında Avrupa ve Amerikan tarihçiliğindeki bitip tükenmek bilmeyen dinamizmin ortaya çıkardığı “genel tarih” türündeki çalışmalarda Osmanlı Cihan Harbi deneyiminin hâlâ çok yetersiz bir ilgi görmesinin ve bu deneyimin dünya tarihçiliğine bir türlü entegre olamamasının önemli nedenlerinden biri de bu sıkıntıdır.       


 


Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusu üzerine çalışmaları yayınlanan Edward J. Erickson   bu sıkıntının farkında gözükmektedir. Zira son kitabının önsözünü, yukarıda sözü edilen, dünya tarihçiliğinin Osmanlı Cihan Harbi deneyimine ilgisizliği meselesinde, Birinci Dünya Savaşı tarihçiliğinde neredeyse bir “otorite” kabul edilen ünlü tarihçi John Keegan’in “gaf” sayılabilecek bir tespitiyle açmaktadır. Keegan, Cihan Harbi’nde büyük yıkıma uğramış Rusya ve Türkiye’nin, savaşa dair genel resmi tarih çalışmaları yayınlamamış olduğunu söylemektedir.[2] Bu tespite karşılık olarak Erickson, Türkiye’nin böylesi bir genel resmi tarih ürettiğini,[3] ama çeşitli nedenlerden dolayı Türkiye dışında bu çalışmaların bilinmediğini belirtmektedir.


 


Erickson bu nedenleri kısaca açıklarken, çalışma alanı olarak neden bu alanı seçtiğini ve çalışmalarındaki temel niyetinin ne olduğunu anlamamızı sağlayacak ipuçları da sunmaktadır. İlk olarak, Türkçe bilmemek meselesi, genel resimde Osmanlı İmparatorluğu’nun yerini anlamaya çalışma sorunsalında daha baştan “dışarıdan” bir yaklaşıma yol açacak ve Türkçe yazılmış devasa miktardaki dokümanın görmezden gelinmesine neden olacaktır. Ama öte yandan, Türkçeye vâkıf olunduğunda da, mevcut basılı malzemenin kendine özgü “doğası” nedeniyle Türkiye dışındaki araştırmacılara ulaşamama olasılığı yüksektir. Zira, Erickson’un da belirttiği gibi, savaşın askeri boyutuna dair Türkçede basılı genel kaynaklar Genelkurmay Başkanlığı tarafından yayınlanmıştır ve dağıtımları son derece sınırlıdır; hazırlanırken hedef okur kitlesi olarak askeri okul öğrencileri düşünülmüştür. Çok teknik bir askeri terminolojiyle yazılmış ve ayrıntılı olan bu yayınlar oldukça dağınık bir yapı arzetmektedirler ve “compact” bir versiyonları yoktur. Cihan Harbi’ne dair “askeri harp tarihi” türünden yayınlar üzerine bir bibliyografya çalışması da yapmış olan Erickson’un belirttiğine göre, dünyada Türkiye dışında hiçbir ülke kütüphanesinde bu eserleri toplu halde bulmak mümkün değildir.[4]  


 


Dolayısıyla, denilebilir ki, Erickson’un yapmaya çalıştığı işlerden ilki, bu dağınık ve erişilmesi zor külliyattan, akademik ve genel okuru hedefleyen derli toplu bir genel tarih çalışması çıkarmak olmuştur. Alanın halihazırdaki durumunu bilenler için bu, çok önemli ve değerli bir çabadır. Zira, Erickson’un Cihan Harbi’nde Osmanlı ordusunun genel resmini çizmeye çalıştığı ilk kitabı,[5] Osmanlı ordusunun iç örgütlenme yapısı, savaşın yıl yıl değişen resmi ve tek tek muharebelerin bu genel resme yerleştirilmesi gibi noktalar açısından başarılı bir sentezdir. Ama belki de sözü edilen eserin bu anlamda asıl katkısı, Cihan Harbi’nde Osmanlı askeri deneyimi konusunda, akıl almaz düzeylere varan tutarsızlıklar, karışıklıklar ve bilinçli çarpıtmalar içeren istatistikler ve sayılar meselesinde soğukkanlı çıkarımlar yapmaya çalışmasıdır. Savaşta Osmanlı tarafının toplam asker zayiatı, seferber edilen toplam asker sayısı ya da belli bir muharebedeki ölü sayısı gibi çok temel sayısal bilgilerde bile büyük karışıklıklar/tutarsızlıklar mevcuttur. Erickson’un çalışması bu alanda bir toparlama yapması, tutarsızlıklardan makul tutarlılıkta sonuçlar çıkarmaya çalışması ve bu bilgileri tablolara dökmesi açısından neredeyse bir referans kitabına dönüşmüştür.


 


Ama Erickson’un asıl sorunsalını, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı askeri gücü hakkındaki iddialı tezi oluşturmaktadır: Erickson’a göre, Cihan Harbi’nde Osmanlı ordusu, beklentilerin aksine oldukça iyi bir performans ortaya koymuştur. Balkan Savaşları’ndan neredeyse bozguna uğramış olarak çıkan Osmanlı ordusu,[6] kısa zamanda kendini toparlayabilmiş ve çok-cepheli bir çarpışma olan dört yıllık savaş süresince, sadece düşmanlarını değil kendi müttefiklerini de şaşırtan bir dayanıklılık sergilemiştir. Rusya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan, Sırbistan ve Romanya gibi ülkelerin orduları savaş bitmeden havlu atarken, Osmanlı ordusu Mondros Mütarekesi’nden sonra bile savaşa devam edebilecek direnci gösterebilmiştir. Eric Hobsbawm’ın yıllar önce yaptığı kısa bir gözlemi yankılayan bu tezi[7] Erickson, ayakları üzerine oturtmaya ve ona sağlam bir belgesel temel kazandırmaya çalışmaktadır. Bu tezi temellendirirken Erickson aynı zamanda Avrupa-merkezli tarihyazımıyla da polemiğe girer: Zira, Batılı tarihçiler ya bu tespiti hiç yapamayıp Osmanlı gücünü küçümseyegelmiş, ya da Osmanlı gücüne kredi vermeleri gerektiğinde bunu “dışsal faktörlere”, örneğin İtilaf güçlerinin beceriksizliği ya da Osmanlı ordusundaki Alman subayların katkıları gibi etmenlere atfetme eğiliminde olmuşlardır.


 


Erickson’un son kitabı, hem daha önceki çalışmasında dillendirdiği bu tezin belgesel zeminini genişletmeye, hem de sözü edilen tarihyazımıyla polemiğe devam etmeye çalışıyor. Bu sefer “karşılaştırmalı” bir yöntem kullanan Erickson, Cihan Harbi’ndeki dört muharebeyi örnek olay alarak, Osmanlı ordusuyla, Osmanlıların baş hasmı Britanya imparatorluk ordusunun muharebelerdeki “etkin güçlerini” karşılaştırıyor ve tezini daha gerçekçi bir içerikle doldurmaya çalışıyor. Osmanlı ordusunun Balkan Savaşları sonrasındaki yeniden yapılanma sürecini inceleyen 1. Bölüm’den sonraki bölümleri oluşturan bu örnek olaylar, Gelibolu 1915 (2. Bölüm), Kutü’l-Amare 1916 (3. Bölüm), Üçüncü Gazze–Birü’s-seba 1917 (4. Bölüm) ve Nablus/Megiddo 1918 (5. Bölüm) muharebelerinden oluşmaktadır. İlk ikisinde, yani savaşın ilk iki yılında, Osmanlı güçleri Britanya güçlerine belirgin bir üstünlük sağlarken, üçüncüde önemli bir gerileme yaşanmış ve son muharebede ise Osmanlı güçleri bozguna uğramıştır. 


 


“Etkin güç” kavramıyla kastedilen şey, hedeflenen muharebe amaçlarının gerçekleştirilebilme yeteneğidir. Bu noktada Erickson, kullandığı bu kavramla, ülkelerin genel anlamda savaşa hazırlanma ve savaşı yürütmesini içeren “askeri etkin güç” kavramının birbirinden ayırt edilmesi gerektiğini, kendisinin baktığı şeyin çok daha dar kapsamlı bir muharebe boyutu olduğunu söylemektedir. Muharebe düzeyindeki etkin güç karşılaştırması ölçütlerini ise liderlik, talim ve deneyim, taktik ve operasyon doktrinleri, ve muharebe alanında teşkilatlanma şeması olarak dört başlık altında toplamaktadır. Özellikle Balkan Savaşları’ndan alınan derslerle Osmanlılar bu alanların hepsinde revizyona ve yenileşmeye gitmiş ve bunun olumlu sonuçlarını da savaşın ilk yıllarında muharebe alanlarında almışlardır. Bu alanlardaki dönüşüm dinamizmi kaybolmaya başladığında, ya da tersinden söylenirse, rakip Britanya kuvvetleri Osmanlılara kıyasla bu konulardaki yeteneklerini artırdıklarında ise Osmanlılar kaybetmeye başlamışlardır.


 


Bu noktada Erickson odak noktasını daha da daraltarak, lojistik ve moral gibi çok önemli diğer iki ölçütü, birincisi daha çok askeri etkin güçle ilişkili olduğu, ikincisinde de Osmanlılarla Britanyalılar arasında belirgin bir fark ortaya çıkmadığı gerekçesiyle, ikinci planda tutacağını söylemektedir. Bu daraltmalarla Erickson, çizeceği resmin, her ne kadar kendi içinde tutarlı da olsa, eksik bir resim olacağını daha baştan ima etmektedir. Öte yandan, Birinci Dünya Savaşı bağlamında Erickson’un tezinin temellendirilmesinden, aslında askeri tarih perspektifinin sosyal ve ekonomik tarihe taşacak şekilde sınırlarını zorlamasını bekleyen okurlar da bu noktada belli bir hayal kırıklığı yaşamaktadır. Çünkü, bir topyekûn savaş koşullarında herhangi bir askeri başarı argümanı, aslında saf askeri tarihe bakmaktan daha fazlasını ele almayı gerektirir. Örneğin, dört yıl süren çok-cepheli bir insan öğütme makinesi olan Cihan Harbi’nde sürekli asker seferber etme kapasitesi, askeri başarının olmazsa olmazlarındandır. Zira bizzat Erickson da bunu kabul etmekte, Osmanlı ordusunun 1917’den sonra düşüşe geçmesinin temel nedenlerinden birinin, azalan asker sayısının takviye edilememesinde yattığını belirtmektedir. Ne var ki, zafer ya da yenilgide böylesi önemli bir rolü olan bu etmenin analizi cephe gerisi toplumsal mobilizasyon pratiklerini de genel resme dahil etmeyi gerektirir. Aynı şey ordunun iaşesinin sağlanması ya da lojistik takviye kapasitesi noktalarında da geçerlidir. Cihan Harbi, savaşın bir “askerlik sanatı”ndan ibaret olmadığı, toplum ve ekonomiyi savaşa hizmet edecek şekilde idare etme sanatı haline de geldiği bir savaştı.  


 


Bununla birlikte, yukarıda bahsedilen hayal kırıklığı Osmanlı askeri tarihçilik perspektifinin nitelik değiştirememesi meselesiyle ilgilidir, bir kapsam sorunu değildir. Yoksa Erickson’un çalışmasının sınırlarını gayet net biçimde çizmesi bir eksiklik değildir; kaldı ki bu sınırlar içerisinde gayet tutarlı bir anlatı da sunmaktadır. Kitabın en güçlü taraflarından birinin, özellikle Osmanlı ordusunun başarı sağladığı cephelerin analizinde, Batılı tarihçilerin süregiden önyargılarının çürütülmesi olduğunu belirtmiştik. Bu anlamda, Gelibolu cephesi üzerine olan 2. bölüm bilhassa ilgi çekicidir. Çünkü Gelibolu’da Osmanlı tarafına zaferi getiren, İtilaf güçlerinin beceriksizliği ya da Alman subaylarının etkin rolü değildir. Bu etmenlerin belli bir katkısının olduğu elbette söylenebilir. Ama asıl neden Osmanlı ordusunun aldığı gerçekçi önlemlerde yatmaktadır. Öncelikle, Erickson’un 1. bölümde de açıkladığı gib, Osmanlı askeri yapısı Balkan yenilgisinden dersler çıkarmaya çalışmış ve orduda bazı reformlara gidilmiştir. Komuta kademesinin eğitimli genç subaylarla yenilenmesi, müstakil ihtiyat birliklerinin lağvedilip aktif birliklere entegre edilmesi, askeri talimlerde reformlar yapılması bunlara birkaç örnektir. Ayrıca, Gelibolu’daki Osmanlı birlikleri, gerek komuta kademesi gerekse de erler açısından iyi eğitimli ve diri birliklerdir. Ek olarak, bu cephede muhtemel savaş hazırlıklarının ta Balkan Savaşları’ndan beri yapılmış ve sonrasında gözden geçirilmiş, buradaki istihkâmların Cihan Harbi’nin hemen öncesinde güçlendirilmiş olması da diğer katkılardır. Elbette, zorunlu askerlik sistemine sahip olmayan ve barış zamanı düzenli birlikler beslemeyen Britanya imparatorluk kuvvetlerinin acemiliği ve de komuta kademesinin beceriksizliğini de hesaba katmak gerekir. Nihayet, Cihan Harbi’nin kısa sürede bir savunma savaşı kimliği geliştirdiği de unutulmamalıdır.  


 


Erickson’un Gelibolu cephesindeki Osmanlı zaferine dair yorumu, bu savaşa yaklaşımda Osmanlı perspektifini ya değerlendirmeye gerek duymamış ya da buna imkân bulamamış Batılı tarihyazımındaki dengesizlikleri düzeltici ve boşlukları doldurucu bir katkı yapma potansiyeline sahiptir. Ama yine hemen belirtilmelidir ki, benzer dengesizlikler ve boşluklar, kendi dünyası içine bilerek hapsolmuş olan halihazırdaki Osmanlı/Türk perspektifinde de vardır ve bu anlamda benzer bir etkinin burada da oluşması beklenebilir. Özellikle Gelibolu zaferinin, popüler-milliyetçi söylemin de itmesiyle son yıllarda pek çok amatör/popüler tarih kitabına konu olduğunu, bu kitapların da yanlı tutum ya da yetersiz araştırmaya dayanma nedeniyle pek çok efsaneyi yeniden ürettiklerini hesaba kattığımızda, boşluk doldurma ve efsane çürütmenin Osmanlı/Türk tarihyazımı için de aynı derecede elzem olduğu su götürmez.


 


Bu noktada Erickson’un çalışmasına yöneltilebilecek bir diğer eleştiri, Osmanlı perspektifini ciddiye almamış olan Batılı tarihyazımıyla girdiği isabetli polemikle kıyaslandığında, Osmanlı/Türk tarihyazımına yöneltmesi beklenen eleştirileri dillendirmede aynı doğrudanlığı göstermemesi, deyim yerindeyse bunu yapmayı okura bırakmasıdır. Daha doğrusu, aldığımız izlenim şudur ki, kullandığı kaynak malzemelerin önemli bir kısmını aslında cumhuriyet döneminde yazılmış matbu yayınların (Genelkurmay harp tarihi yayınları) oluşturmasına rağmen, Erickson bu yayınlara “basılı kitap” değil de, sanki “arşiv belgesi” muamelesi yapmaktadır. Erickson’un ilgilendiği, bu yayınların belgesel içeriğidir. Oysa bu belgesel içeriği anlatının bütünselliğinden tecrit etmek mümkün müdür? Bu durumun bir sonucu olarak, Erikcson’un çalışmasında, bu yayınların bütünsel yaklaşımına dair tarihyazımı bağlamında herhangi bir eleştirel analiz yer almamaktadır. Bu ise yazarın, önemini vurgulamasına rağmen bazı çok önemli somut bilgilere neden doyurucu bir şekilde ulaşılamadığı sorusunu sormamasına neden olmaktadır. Bir örnek vermek gerekirse, bilhassa 1917’den itibaren, ordunun gerilemesinin temel sebeplerinden birinin, miktarı giderek artan firarlar olduğu belirtilmekte (s. 129), ama bu önemli nokta tatmin edici bir istatistik bilgisiyle temellendirilmemektedir. Bu önemli ayrıntı için, Ahmed Emin Yalman’ın 1930 tarihli kitabındaki yuvarlak hesabı dışında,[8] resmi harp tarihi yayınlarında neden daha tatmin edici bir istatistik bilgisi bulunmadığı sorusu kitabı okuyanların aklına haklı olarak gelmektedir.


 


Sonuç olarak, Erickson’un çalışması, Cihan Harbi dönemi Osmanlı askeri tarihçiliği üzerindeki ölü toprağını silkeleme ve onu dünya tarihçiliğine entegre etme yönünde değerli bir katkıdır. Öte yandan, askeri tarihçiliğin daha disiplinlerarası bir yaklaşımla sınırlarının genişletilmesi beklentisi açısından bakıldığında ise, gidilecek uzun yolda Erickson’un bize çok mesafe aldırmadığı söylenebilir. Bu bağlamda, Erickson’un gerçekten ilginç tezinin, ekonomik ve sosyal tarih perspektiflerini askeri tarih perspektifiyle birleştiren bir sentez çalışması tarafından değerlendirilmesi, iyi bir ikinci adım olabilir.            


 


 


Bu makale Tarih ve Toplum: Yeni Yaklaşımlar, Dergisi no. 5 (Bahar 2007) sayısında yayımlanmış, yazarın izniyle siteye konulmuştur.






 


[1] İngilizcedeki, “military history is to history as military music is to music” (askeri tarihin tarihle ilişkisi, askeri müziğin müzikle ilişkisi kadardır) şeklindeki alaycı ifadenin Avrupa ve Amerikan akademyasında modası çoktan geçmiştir. Ama ne yazık ki bu deyimin Türkiye’de geçerliliğini sürdürmeye devam ettiği söylenebilir. Bununla birlikte, Osmanlı tarihçiliğinde iyi örnekler yok değildir. Bu noktada Rhoads Murphey, Virginia Aksan ve Gabor Agoston gibi araştırmacıların çalışmalarını zikretmek gerekir. Ama böylesi örneklerin hem sayısı fazla değildir, hem de ağırlıkla erken modern döneme yoğunlaşmaktadırlar. Örnek olarak bkz. Rhoads Murphey, Ottoman Warfare, 1500-1700, Londra: UCL Press, 1999 [Osmanlı’da Ordu ve Savaş, 1500-1700, çev. M. Tanju Akad, İstanbul: Homer Kitabevi, 2007]; Gabor Agoston, Guns for the Sultan: Military Power and the Weapons Industry in the Ottoman Empire, New York: Cambridge University Press, 2005 [Barut, Top ve Tüfek: Osmanlı İmparatoluğu’nun Askeri Gücü ve Silah Sanayisi, çev. M. Tanju Akad, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2006]; Virginia Aksan,  “Ottoman War and Warfare, 1453-1812”,  Jeremy Black (ed.), War in the Early Modern World, Berkeley: University of California Press, 1999, s. 147-175. Bu tarihçilerin hepsinin Batı üniversitelerinde çalıştığını ve İngilizce yazdıklarını da belirtmek gerek.


 



[2] John Keegan, The First World War, New York: Alfred A. Knopf, 1999, s. 449.



[3] Örneğin bkz. Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, 8 cilt, Ankara: Genelkurmay Başkanlığı Basımevi, 1970.



[4] Bkz. Edward J. Erickson, “The Turkish Official Military Histories of the First World War: A Bibliographic Essay”, Middle Eastern Studies, 39 (3) (Temmuz 2003): 190-198.



[5] Bkz. Edward J. Erickson, Ordered to Die: A History of the Ottoman Army in the First World War, Westport, CT: Greenwood Press, 2001 [Türkçe çevirisi için bkz. Size Ölmeyi Emrediyorum: Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu, çev. M. Tanju Akad, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2003.]



[6] Bkz. Edward J. Erickson, Defeat in Detail: The Ottoman Army in the Balkans, 1912-1913, Westport, CT: Greenwood Press, 2000.



[7] Hobsbawm Osmanlı ordusunun Birinci Dünya Savaşı’nda “büyük güçlerin ordularına, dikkati çekecek derecede zorluklar çıkardığını” ileri sürmüştü. Bkz. Eric J. Hobsbawm, Age of Empire, Londra: Abacus, 1994, s. 283. Erickson’un çalışmalarında, bu gözlemden haberdar olduğuna dair bir dipnota rastlanmıyor.



[8] Ahmed Emin [Yalman], Turkey in the World War, Nev Haven: Yale University Press, 1930. Yalman’ın hesabı, toplam firari sayısının 500.000 civarında olduğudur. Bkz. Erickson, Ordered to Die, s. 243. Bu rakamı, yine Erickson’un verdiği, savaş boyunca seferber edilen toplam asker sayısı olan 2.900.000 ile karşılaştırdığımızda, şaşırtıcı derecede fazla olduğu görülür. Meşruluğundan emin olmak için, bu istatistiksel bilginin yeni çalışmalarla yeniden kontrol edilmesi ve temellendirilmesi gerekmektedir.

23.331 okunma

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir