GELİBOLU’YU ANLAMAK

Tarihçi-Yazar Muzaffer Albayrak İle Söyleşi (Yunus Emre Tozal)

Tarihçi-Yazar Muzaffer Albayrak, Çanakkale Muharebeleri ile ilgili çok sayıda çalışmaya imza atan bir araştırmacı. Kendisiyle Çanakkale’de yaşananları, dünüyle ve bugünüyle detaylıca konuştuk. Müthiş bir söyleşi oldu. Ayraç’ın bu sayısı, Çanakkale sayısında bir algı metaforuna imza atıyor.

Söyleşi sonunda Çanakkale’ye dair algımızı, tarihe bakışımızı, vicdanımızı, yeniden sorgulamamız gerektiğine inandık. Bu röportajı özellikle okumanızı, çevrenize okutmanızı tavsiye ederken; sizlerin de Çanakkale’ye dair bildiklerinizi, ve bundan sonrası için yapabileceklerinizi tekrar gözden geçirmenizi diliyoruz.

Çanakkale’deki savaşların üzerinden 98 yıl geçti. Öncelikle sizle Çanakkale’nin ne olduğunu konuşmak istiyoruz. Yaptığınız araştırmalar, okuduğunuz Osmanlıca el yazmaları, günlükler, savaşın birçok yönünü tanıdınız. Çanakkale nedir, neyi simgeler, Çanakkale’nin sizin tahayyülünüzdeki yeri nedir?

Muzaffer Albayrak: Çanakkale savaşı yakın tarihimizde, üzerinde en çok konuşulan ve en çok bilindiği zannedilen bir savaş. Böyle olmakla birlikte, 10 yıl öncesine kadar bir kitapçıya gidip Çanakkale hakkında kitap arasanız, bilgi edinmek için kaynak eser arasanız, Genel Kurmayın hazırladığı birkaç kitaptan başka bir şey bulamazdınız. Çanakkale ile ilgili herkes bir şeyler bilir, edebiyatını yapar, söz meclisinde konuşur ama elle tutulur bir şey aradığınız zaman bulamazsınız. 2000 yılından beri Çanakkale üzerine epey kitaplar yazıldı, filmler, belgeseller çekildi, bunların niteliği niceliği konusu ayrı ama herkes neden Çanakkale üzerinde duruyor, bir şeyler söyleme ihtiyacında oluyor, bunun sebebini anlamak için Çanakkale’ye bakmak gerekiyor. Çanakkale savaşı bir ölüm kalım savaşı, bir milletin varoluş savaşıdır. Orada kazanılan savaş, bir milletin “Ben ölmedim, yaşayacağım. Buradan gitmeyeceğim” diye kendisini ispat ettiği bir durum. Çanakkale’ye gelene kadar 200 yıllık bir süreç var, 1683’teki Viyana kırılması Osmanlı Devleti’ni inişe götüren bir sürecin başlangıcı. Avrupa kıtasında kaybedilen topraklar, 150 yıldan sonra Trakya’ya kadar geldi. Ben Çanakkale savaşını, Balkan savaşlarının devamı olarak görüyorum. Çünkü Balkan Savaşı, Osmanlı’yı Avrupa’dan söküp atma savaşıydı, dolayısıyla karşımıza sadece dört devlet çıkmamıştı, arka planda tüm Avrupa Devletleri, Osmanlı’yı Avrupa’dan söküp atmayı düşünüyordu, geldiği yere, Anadolu’ya, belki daha da öteye… I. Dünya Savaşı başlayınca biz bir şekilde savaşa girdik ve hemen akabinde Sarıkamış ve Çanakkale savaşları yaşandı. Osmanlı’nın varlığına son vermek üzere hazırlanan planlar, önce donanmayla sonra kara ordusuyla Çanakkale’ye yüklenildi. Balkan savaşında aldığımız o utanç verici mağlubiyetin üzerine, karşısında bir ordu yokmuş gibi davranan ve Türkleri küçük görerek son derece cüretkarca yapılan Çanakkale Taarruzu, onların da bizlerin de hiç beklemediğimiz bir zafere dönüştü. Çanakkale bu yüzden önemli, Balkan savaşlarında savaştan kaçan asker gitmiş, yerine olduğu yerde siper kazarak düşmanı ölümüne bekleyen asker gelmişti. Bu yüzden biz Çanakkale’ye uhrevi bir kimlik yazmışız.

Peki Çanakkale ruhu diye tabir ettiğimiz ruh nasıl ortaya çıkmıştır?

Muzaffer Albayrak: Bugün Çanakkale için yazılan kitapların çoğu menkıbevi olayları anlatır. Bunların doğuşundaki sebep, o izah edilemeyen askerin, ordunun durumunu açıklamak içindir. İki sene önce silahını bırakıp kaçan asker, düşman da böyle bir asker beklerken, karşılarında son derece metin, gayretli, sabırlı ve ölümü hiçe sayan bir asker bulmuşlar. Bunun örneklerini menkıbelerden değil, hatıratlardan ve ayrıntıya inen kitaplardan okuduğunuz zaman, oradaki askerlerin nasıl bir ruh içerisinde savaştıklarını görüyorsunuz. Zaten Çanakkale Ruhu denilen şey de budur, hiçbir şekilde ümitsizliğe düşmeden, düşmanın silahına kuvvetine aldırış etmeden, eldeki imkanlarla gerekirse göğsünü gererek, fazlasıyla kanını dökerek, ki bu çok yaşanmıştır, çok kan dökülmüştür; Çanakkale ruhu da böyle oluşmuştur. Mucip Kemalyeri isminde, Arıburnu’nda savaşın ilk muharebelerine katılan bir asteğmenin 1920’lerde yazdığı “Arıburnu Muharebeleri ve Çanakkale Ruhu nasıl doğdu?” adlı kitapta da anlatılır. Bu ruh inanmışlık, adanmışlık ve ölümü hiçe saymakla doğdu diyebiliriz.

Mehmetçiklerimizin Bedir Savaşı şehitlerinin isimlerini taşıdıklarını öğrendiğimde çok duygulanmıştım. Kendilerini İslam tarihinin en önemli savaşlarından birisinin şehitleriyle özdeşleştirmesi müthiş bir atmosfer olsa gerek, Mehmet Akif de bahsediyor şiirinde… Çanakkale yolun sonu muydu?

Muzaffer Albayrak: Evet, kesinlikle yolun sonuydu. Maksat, İstanbul’du. Çanakkale muharebelerini İstanbul’un savunması olarak düşünmek lazım. Karşı taraf için de, Çanakkale muharebelerine İstanbul’u elde etmenin yolu olarak bakmak gerekiyor. Çanakkale’de yapılan bu savaşın nihai gayesi İstanbul’u ele geçirip Osmanlı’nın çöküşünü bitirmekti. Bununla siyasi ve ekonomik anlamda çok büyük başarılar kazanacaklardı. Osmanlı Devleti savaşa girdiğinde hem Rusya’yı Kafkasya yönünden hem de İngiltere’yi Süveyş Kanalı üzerinden tehdit eder vaziyeti almıştı. Osmanlı Devleti Rusların Kafkasya’da 300-400 bin askerini, İngilizlerin Mısır’da bir o kadar askerini tutup, Avrupa cephelerine, Almanların karşısına gönderilmelerine engel olmuştur. Şayet, Çanakkale geçilip Osmanlı devleti saf dışı bırakılmış ve bu bahsettiğimiz askerler Almanların karşısına çıkarılmış olsaydı, savaş çok kısa bir sürede bitebilirdi. Biz Çanakkale’de bir ruh kazandık ama bizim kazandığımız zaferden dolaylı olarak en çok karlı çıkan Almanya olmuştur. Çanakkale savaşı sonunda en karlı devlet Almanya’dır. Çanakkale’yi biz kolay kazanmadık, İstanbul’u savunduğumuz için 8.5 ay süren o kara savaşları sürecinde neyimiz var neyimiz yok oraya akıttık. Ordu depolarındaki tüm mühimmatı, cephanelikleri, askerin elbisesini, postalını, palaskasını vs. tüm mühimmat oradaydı. Askeri hiçbir şeyden mahrum bırakmamak için var gücümüzle askeri iaşe ettik, askere günlük yiyeceğini tam olarak verebilmenin gayreti içinde olduk. Belki o noktaya geliriz, Çanakkale’de hep yokluklardan bahsedilir, yokluk edebiyatı yapılır ama böyle bir şey yoktur. Biz Çanakkale’ye savaş sürecinde elimizden gelen ne var ne yok gönderdik, bir zafer kazandık ama elimizde hiçbir şey kalmadı. 1916’da Çanakkale muharebeleri bittikten sonra 1916, 17 ve 18’li yıllarda elimizdeki her şey bitmişti, sonrasında Almanların eline muhtaç düştük. Almanya’dan gelecek olan cephaneyi, mühimmatı, trenlerimizi çalıştırmak için kömürü vs. her şeyi Almanlardan bekler duruma geldik. Çanakkale’ye sonuçları itibariyle bu menfi tesirlerden de bakmak lazım, ama Almanya öyle değil. Almanların elinde çok büyük imkanlar vardı, savaşın ilk yıllarında Almanya’nın düşman direncini kırmaya yönelik o saldırılarında bizlerin çok olumlu etkisi oldu.

İstanbul’un düşmesi Osmanlı’nın savaştan çekilmesi anlamına mı gelecekti peki?

Muzaffer Albayrak: Hayır elbette, B Planı hazırlanmıştı. Çanakkale’de 19 Şubat 1915’te başlayıp 18 Mart 1915’te deniz savaşları devam ederken bu durum düşünülmüş ve B Planı hazırlanmış. Bu planda, hükümetin ve sarayın; padişah hanedanının Konya’ya, hükümetin de Eskişehir’e taşınması planlanmış. Bunun için hazırlıklar tamdı, hatıratlardan okuyabiliyoruz. O tarihlerde Üsküdar Mutasarrıfı olan Süleyman Kani İrtem, hatıratında 40 tane arabanın Harem’de hazırlandığını, saray hanedanını da Avrupa yakasından da karşıya geçirilecek her şeyin planlandığını yazar. Yani trenler hazır bekliyor, trene onları taşıyacak faytonlar da hazır bekliyor. İstanbul sivillere bırakılacak ve sokak sokak mücadele edilecekti. Karar alınmış zaten. İstanbul’da ve Trakya’da bizim 1. ordumuz bulunuyordu. Geçseler bile umdukları gibi değil, çok pahalıya mâl olacaktı onlara bu.

Çanakkale Savaşı’nda her iki tarafta da çok farklı etnik yapıların bulunduğunu biliyoruz, hatta gayrimüslimlerden dahi var. Çanakkale’deki psikoloji neydi, medeniyetler savaşı mıydı? Kudüs’e gittiğimizde bir dernekte üzerinde Çanakkale’de şehit olmuş Filistinlilerin isimlerinin yazıldığı tişört görmüştük, şaşırdık. Farklı etnik grupların katıldığı bir savaş Çanakkale.

Muzaffer Albayrak: İki taraf için de medeniyetler karmasıydı evet. Karşı tarafta İngiltere ve Fransa vardı. Bunların yanında da Avustralya ve Yeni Zelanda. Kısacası Anzaklar, Avustralya ve Yeni Zelanda’dan kısaltılarak oluşturulan bir sözcüktür. Bunların yanında hem İngiliz hem Fransız ordusunda sömürgelerinden gelen değişik ırklar vardı. Çanakkale’de siyah, beyaz ve sarı ırk bulunur denilebilir. Beyaz ırk Türkler, İngilizler ve Fransızlar. Siyah ırk Fransızların Senegal ve Gambiya sömürgelerinden getirdiği askerlerden oluşuyor ki, Çanakkale’de bunlar savaşçılıklarıyla askerlerimize epey kayıp vermişlerdi. Yapılı insanlardı ve Afrika’daki yarı ilkel hayatlarındaki tecrübelerini siper savaşlarında, özellikle Senegalliler satıra benzeyen silahlarıyla göstermişlerdi. Sonradan yakın dövüşler için tüfeğin süngüsü yerine Bursa Bıçakları verildi askerlerimize. Ayrıca Fransız ordusunda sömürgelerinden Tunus ve Cezayir’den getirilen lejyonerler, yani paralı askerler vardı. Müslüman Müslüman’la savaşır mı diyeceksiniz ama bunlar Çanakkale’ye getirildiğinden haberdar değillerdi, bunu anladıkları zaman geri kaçtıklarında Fransız subaylar, ilerleyince bizimkiler malum karşıdan gelenin kim olduğunu bilmedikleri için öldürüyorlardı. Böyle hadiseler çok yaşanmış, mesela Türk hatlarına iltica etmek isteyen Senegalli bir Müslüman öldürülmüş, hatta cebinde de Mushaf çıkmış. İngilizlere gelirsek, ordularında Hitliler var. Hintlilerin bir kısmı Sih, Hindu, bir kısmı da Müslüman. Bunlar Çanakkale’ye geldiklerinde itiraz etmişler “biz dindaşlarımızla savaşmayız” diye. İngilizler de bunları geri göndermemişler ama geri hizmetlerde kullanmışlar. Yine Gurka diye bilinen savaşçı Nepal askerleri vardı İngiliz ordusunda, Conkbayırı’nda çok önemli işler yapmışlar. Anzakların içinde hem beyaz ırk vardı, hem de yine yerel kabilelerden mesela savaşçılıklarıyla ünlü Yeni Zelanda yerlileri Maoriler vardı. Bunun haricinde Yahudiler var. Birliklerine Sion Katır Birliği adı verilen Yahudi birliğinin Çanakkale’ye gönüllü olarak gittiğini ve nakliye görevi yaptıklarını biliyoruz. Yahudiler bize karşı savaşıyorlar İngilizlerin yanında, savaştan sonra da Filistin’den arazi alacaklarını umuyorlar İngilizlerden. 1917’de zaten Balfour Bildirgesi’nde söylenmiş. Bu birlik sembolik bir birliktir, bunun altında asıl, Yahudilerin İngilizlere akıttıkları müthiş bir sermaye vardır. Yahudiler İngilizleri başta para olmak üzere, ellerindeki medyayla da desteklemişler ki, medya o zamanlar psikolojik harp ve baskı anlamında çok önemliydi. Yahudilerin bu gayreti sonuçsuz kalmıyor ve onlara yurt veriliyor; 1948’e gidilen sürecin de başlangıcını bu olaylar oluşturuyor. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra bölgede Osmanlı gücü de kalmayınca İngiltere’nin desteğiyle de nüfuslarını müthiş arttırdılar.

Çanakkale’de birçok simge olmuş isim var, hem Anzak’lardan hem bizim taraftan. Teğmen Petterson’dan İbradılı İbrahim’e, Üsteğmen Saffet’ten Teğmen Nettleton’a kadar… Bir de tabi Seyit Onbaşı gibi kahraman isimlerimiz var. Sizi en çok hangi isimler etkiledi?

Muzaffer Albayrak: Çanakkale diyince aklınıza kim gelir diye sokaktan geçen bir adama sorsanız; Mustafa Kemal der, ardından Cevat Paşa der,  üçüncü ismi söylemekte zorlanır, belki bir Esat Paşa der. Ama Çanakkale’de isimleri belki unutulmuş ya da bizim gibi sadece bu işlerle ilgilenenlerin bildikleri isimler vardır. Çanakkale, bir gönül meselesidir, oraya gönlünüzü kaptırırsanız bir daha alamazsınız. Sürekli yeni bilgiler ararsınız, hep orayı okumak istersiniz, hep farklı olayların peşinde olursunuz. Bir müddet sonra kahramanlarınız olur. Benim için Şefik Bey farklıdır.

Şefik Bey kimdir? Sizden dinleyebilir miyiz hikayesini…

Muzaffer Albayrak: Şefik Bey, Çanakkale savaşında en önemli hizmetleri yapmış subaylardan biri. 27. Alayın komutanıdır, 57. Alayı herkes bilir ama 27. Alayı kimse bilmez. Bana kalırsa 27. Alay 57. Alaydan çok daha büyük işler başarmıştır. 57. Alayın komutanı Hüseyin Avni Bey şehit olmuştur. 57. Alay, Mustafa Kemal’in bizzat 25 Nisan çıkarma günü alıp Çanakkale’ye götürdüğü ve içinde Mustafa Kemal adı geçtiği için bilinir. Ama 27. Alay, Çanakkale savaşı başlamadan önce, Arıburnu’nu savunmakla görevli bir alay. Başında Yarbay Mehmet Şefik Bey bulunuyor. Sonradan Aker soy ismini almıştır ve Milli Mücadele’de Aydın bölgesinde 57. Tümen’in komutanlığını da yapmıştır. 27. Alay, düşmanın Arıburnu’nda, Anzak Koyu denilen bölgeye yaptığı çıkarmayı ilk karşılayan birliktir. Düşmanın karşısında ilk başta sadece 2 bölük asker (yaklaşık 200-250 asker) bulunuyordu. İlk filikalarda 1500 kişinin sahile döküldüğünü düşünürseniz, karşılarındaki 200 kişinin ne kadar mukavemet edeceğini siz düşünün. O 200 kişi kendisini feda edercesine, sabah saat 4’ten 6’ya kadar mücadele etmiş, az önce bahsettiğiniz İbradılı İbrahim de 70-80 kişilik takım komutanlarından biri. Bunlar, yani 2. Takımın 4. Bölüğü, hakikaten kendilerini feda etmiş, ya şehit olmuşlar ya yaralanmışlar, yaralananlar da kendi imkanlarıyla geriye çekilmiş. En son İbradılı İbrahim’in takımı da Anzak Koyu’ndan Conkbayırı’na cephanesi bittiği için geriye çekilmiş. Geriye çekilirken de o meşhur Mustafa Kemal’in “Bir takım asker gördüm, kaçıyorlardı. Onlara neden kaçıyorsunuz dedim. Cephanemiz bitti dediler. Düşmandan kaçılmaz dedim ve emir verdim: Yere yatın. Onlar yere yatınca karşısındaki düşman da durdu.” diye anlattığı olay vardır. İşte orada Mustafa Kemal ile karşılaşan askerler, İbradılı İbrahim’in askerleriydi, kaçmıyorlardı, geriye çekiliyorlardı sadece. İşte 27. Alay, o bölüğün kendisini feda ettiği esnada, Eceabat yakınlarında karargahta. Sabahın 5’inde Şefik Bey düşmanın taarruzunu öğreniyor ve 9. Tümen komutanı Halil Sami Bey’den de ısrarla izin istiyor. Halil Bey bunun bir aldatma olduğunu varsayarak, Şefik Beye hareket emri vermiyor. Fakat sürekli telefondan imdat çağrıları geliyor. Sürekli düşman sayısı artıyor, saat 8e kadar 8 bin düşman askeri karaya çıkıyor. Bunların karşısında dediğimiz gibi bir bölük asker var sadece. Artık Anzakların önünde bütün o Conkbayırı bölgesi açık bir şekilde duruyordu. En sonunda Şefik Bey saat 6 gibi hareket emri alıyor ve yanında 2 Taburla (2000 civarı askerle) Eceabat’tan bugünkü 2. Hat dediğimiz Kemalyeri bölgesine geliyor. Saat 8de oraya geldiğinde bir bakıyor ki, düşman Kanlısırt dediğimiz bölgeyi ele geçirmiş ve ilerliyor. Kemalyeri’ne gelen 2 Tabur derhal açılarak hücum vazifesi alıyor, bundan sonrasını Şefik Bey’in hatıratında geçen rapordan anlatayım: “Askerler hiç düşünmeden savaş hazırlığı yaptılar. Bir süre sonra baktım ki, bodur çalıların arasında beyaz beyaz şeyler gördüm. Subaylara sordum nedir bunlar diye. Dediler ki, ‘Komutanım askerler muharebeye gireceklerini biliyorlar ve muharebeden de kurtulma ihtimallerinin az olduğunu bildikleri için çamaşır değiştiriyorlar. Allah’ın huzuruna temiz çamaşırla çıkmak istiyorlar.” Ben anladım ki, bu asker bugün çok büyük işler başaracaktır.” Hakikaten de o gün o 2000 askerimiz, 8000 kişiye karşı o yaptığı o ilk hücumda düşmanı Kanlısırt bölgesine kadar geri atıyorlar. Ancak güçleri yavaş yavaş tükendiği ve sürekli zayiat verdikleri için bir süre sonra ilerleyemiyorlar ve siper muharebesine dönüşüyor bir süre sonra savaş. Anzaklar sürekli takviye aldıkları için, 27. Alay son derece tehlikeli bir pozisyona giriyor. Burada işte Mustafa Kemal’in Bigalı köyünden; cephe arkasından alıp getirdiği 57. Alayın önemi ortaya çıkıyor. 25 Nisan sabahı, düşmanı durduran ve geldikleri denize bakan sırtlara atan, tek başına 27. Alaydır. 27. Alay olmasaydı, düşman ilerleyip o sırtları tutacaktı. Ancak 57. Alay da yetişmeseydi, 27. Alay’ın almış olduğu bu başarı bir işe yaramayacaktı.

Yani birbirlerine destek oldu 27. Alay ve 57. Alay?

Muzaffer Albayrak: Evet, o yüzden ben, Şefik Beyi ayrı tutarım. Son derece isabetli bir şekilde, adeta söke söke Arıburnu’na gitme emrini komutanından almış ve hiç vakit kaybetmeden derhal oraya yetişip düşmanın ilerlemesini durdurmuştur. 57. Alay ve diğer 19. Tümen alayları oraya gelene kadar da durumumuzu korumuşlardır.

Hazır konuya gelmişken, Mustafa Kemal’in Çanakkale’de yükselen bir rütbesi, konumu var. Arıburnu’ndaki Mustafa Kemal’i tanımak ve yaptıklarından bahsetmek istersek, neler diyebiliriz? Mustafa Kemal kademe atlıyor burada?

Muzaffer Albayrak: Evet, Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyeti’nin de kurucusu oluyor sonrasında, Çanakkale savaşında da anlatımlarda hep ön plandadır. Üzerinden en fazla spekülasyonlar olan isimdir. Ülkemizde maalesef bir dindar-laik çatışması var, ilerici-gerici çatışması… 28 Şubat’ta da bu çatışma zirve yapmıştır. Şimdi o kadar olmasa bile bir zamanlar vardı ve herkes, bu çatışmaların etkisiyle kendi tarihini kendisi yazdı. Laik kesimin, bugünkü tabirle ulusalcı kesimin, Çanakkale’ye bakışına baktığımız zaman, Mustafa Kemal’den ibaret bir Çanakkale anlatılır. Orada zannedersiniz ki Çanakkale’de orduların komutanı Mustafa Kemal’dir, her şey ondan sorulur, o en öndedir. Diğer taraftan bazıları da Mustafa Kemal’i tamamen görmezden gelirler ki, bazı Çanakkale uzmanları da çok ileri gidiyor, gördüm. Mustafa Kemal’i Çanakkale’den soyutlamaya, “Mustafa Kemal Çanakkale’de yoktur” demeye çalışıyorlar. Halbuki böyle değil, Mustafa Kemal Çanakkale’de vardır. Biz gerçek neyse onu ortaya koymaya çalışalım, yorum yapmaya sıra geldiği zaman, onda objektiflik aranmaz zaten, herkes kendi dünya görüşüne göre yorumlayabilir. Ama önce tarihi gerçeği yerine koymamız gerekiyor.

Türkiye’de gerçekten birçok konuda objektiflik sorunu var ama, tarafsızlık üzerine inşa edilmiş birçok mesele sanki?

Muzaffer Albayrak: Evet, bizim bütün tarihimizde var zaten, Bu da Türkiye’deki kutuplaşmadan kaynaklanıyor. Herkes kendine göre tarih yazıyor. Türkiye’de resmi tarihe inanmayanlar, alternatif tarih üretenler vardır. Bu konuda belki, konumuz değil ama Türkiye’de resmi tarihin sorgulanması lazım. Bugün çok satan tarih kitaplarının, resmi tarihe alternatif kitaplardan oluştuğuna bakıldığında, ortada bir problem olduğu aşikâr. Konuya dönersek, Mustafa Kemal Çanakkale’de neydi? Mustafa Kemal Çanakkale’ye 19. Tümen Komutanı olarak geliyor. 19. Tümenin görevi, kara savaşları başlamadan önce, Bigalı isminde, Eceabat’a yakın köyde karargah kurup, Alman generali Limon Von Sanders’in komutanı olduğu 5. Ordu’nun genel yedek kuvveti olarak bulunuyor. Yani, düşmanın nereden saldıracağından belli değil. Gelibolu’dan da saldırabilir Anadolu yakasından da.  O yüzden bu genel yedek tümeni, hem Anadolu yarımadasından gelebilecek saldırılar için Bigalı köyünde tutuluyor, hem de Gelibolu yarımadasına çıkarma yapılacak yerler için hazırda bekletiliyor. Mustafa Kemal’in 25 Nisan’da yapılan çıkarmanın gerçek bir çıkarma olduğunu anlayıp ve 9. Tümen Komutanı Halil Sami Bey’in bir taburla takviye edilme ricasına burada bulunan tüm alayı harekete geçirerek karşılık veren, yani inisiyatif kullanan bir rolü vardır. Ordu komutanı Limon Von Sanders ona, beklemesini ve kendi emriyle hareket etmesini söylemişken, Limon Von Sanders’e söylemeden tüm alayı Arıburnu’na göndermiş ve oradaki durumun ciddiyetini görünce tümenine bağlı 72. ve 77. Alayı da Arıburnu sırtlarına yaklaştırmıştır. Bu bir inisiyatif meselesidir, belki o birliklere Limon Von Sanders başka bir yerde ihtiyaç duyup yerinde bulamasaydı, askerlik mesleği; geleceği açısından çok ciddi sorunlar teşkil edebilirdi. Mustafa Kemal ciddi bir inisiyatif kullanmış, Arıburnu’ndaki cephede askerlerin komutanlığını üstlenmiş, 17 Mayıs’a kadar da “Arıburnu Kuvvetleri Komutanı” unvanını kullanmıştır. 1 Haziran’dan sonra da başarılarından dolayı Yarbay’lıktan Albaylığa terfi etmiştir, Ağustos’ta Anafartalar savaşları başlayıncaya kadar. Ağustos ayında İngilizler yarımadanın kilidini açabilmek için, 50.000 kişilik yeni bir ordu getiriyorlar ve Anafartalar ovasına çıkarıyorlar. Beklemediğimiz bir çıkarma, beklemediğimiz bir yerde, son derece buhranlı ve tehlikeli, sıkıntılı günler başlıyor. İşte bu günler esnasında Bolayır’dan Çanakkale’ye kaydırılan kuvvetlerin takviye komutanı olan Ahmet Fevzi Beyin Limon Von Sanders’in aceleci tutumla yaptığı saldırı emrinin dinlememesiyle onu yerinden alıyor ve yerine Mustafa Kemal’i tayin ediyor. Mustafa Kemal 8 Ağustos’ta Anafartalar Grup Komutanı oluyor, emrinde 6 tümenin olduğu bir ordu yani, hala rütbesi Albay ama. 10 Aralık’a kadar kalıyor orada, sonra da sıhhi sebepleri ileri sürerek İstanbul’a dönüyor, yerine Fevzi Çakmak getiriliyor. Mustafa Kemal ancak 1916 yılının Şubat ayında Tuğgeneralliğe yükselmiş, yani Paşa olmuştur. O tarihe kadar Albay rütbesindeydi.

Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki özetle konumu budur. Ne birilerinin dediği gibi Mustafa Kemal orada ordu komutanıdır Çanakkale’nin her şeyidir, ne de birilerinin dediği gibi Çanakkale’de yoktur, söylendiği gibi önemli bir görev ifa etmemiştir. Bu tabloyu ortaya koyarak, Şefik Beyin de, Esat Paşa’nın da rolünü konuşabiliriz. Tarih yazımında ve anlatımında objektif olunması gereken yer, tarihi gerçekliğin yerli yerine konulması safhasıdır; bu temel üzerinden yapılacak yorumlarda sübjektiflik olabilir, herkesin olaya bakış açısı farklı olduğundan olması da kaçınılmazdır zaten.

Çanakkale’ye gelen ziyaretçi sayısı özellikle 2000’li yıllara kadar 100 bin civarındayken, şimdilerde 1,5 milyona nasıl çıktı? Popüler olduğu için mi bölgeye gelen sayısı arttı yoksa bölgeye gösterilen ilginin arkasında laik-İslamcı çekişmesinin yattığı söylenebilir mi? Son yıllarda muhafazakar kesimden bir kitlenin buraya gelip de savaşın Allah’ın yardımıyla, manevi güçlerin yardımıyla kazanıldığıyla alakalı laik kesimden bir şikayet var, ne diyorsunuz bu tartışmalara? Herkes kendi modeline ve inancına, hayata bakış açısına göre şekillendirmeye çalışıyor sanki?

Muzaffer Albayrak: Çanakkale’nin 2000 yılından beri popülerliği arttığı bir gerçek, 2005 yılıydı sanırım, 2.5 milyona ulaşmış demişlerdi senelik ziyaretçi sayısı. Şimdi bunun çeşitli sebepleri var. Altyapı sebepleri birinci sebep. Önceden Çanakkale’ye gitmek kolay değildi, daracık yollarda araba geçemiyordu, toprak yollar vardı, Anıtlar bu kadar fazla değildi. 92’ye kadar askeriye vardı ve çoğu yer yasak bölgeydi, giremezdiniz. Ama Çanakkale bizim insanımızın gözünde sürekli popüler olmuştu, 2000’den önce imkânlar geniş değildi, insanlar kendi imkânlarıyla oraya gidemiyordu. Araç sahibi olduktan sonra kendi imkânlarıyla gittiği gibi, otobüslerle, belediyenin imkanlarıyla gittiler. Özellikle milliyetçi muhafazakar belediyeler geldikten sonra bunlar oldu ama, ondan önceki belediyelerin böyle uygulamaları yoktu. Oraya belediyelerle gidenler, bir de kendi imkanlarıyla gidiyor sonrasında. Belediyeler Çanakkale’ye binlerce insanı istifleyerek götürüyorken iyi bir iş yapmışlar gibi gözükse de, ben belediyelerle oraya gidenlere acıyorum. Eskiden akşam çıkıyorlardı, sabah oraya varıyorlardı. Öğleye kadar dolaşıp geri dönüyorlardı. Her halükârda bu günübirlik ziyaretçiler, yorgunluktan dolayı bir şey anlamıyorlar. gezilen yerler de iki tane anıt, birkaç yer. Çanakkale’yi gerçekten görmek isteyenlere ben küçük gruplar halinde ya da kendi imkanlarınızla gidin diyorum ve asıl muharebe alanlarını gezmeleri gerektiğini söylüyorum. Muharebe alanlarına girdiğiniz zaman 98 yıl öncesinden kalan siperleri, korunakları, topları görüyorsunuz. Gezerken bir mermi çekirdeğine rastlıyorsunuz, bir şarapnel parçası görüyorsunuz. Düşman kemiği mi şehitlerimizin kemiği mi bilmediğiniz insan bakayası kemiklere rastlıyorsunuz. Ben bunu daha çok önemsiyorum, oranın ruhuyla dolmak… Kerevizdere, Zıhındere vadisine girdiğinizde o eski havayı teneffüs ediyorsunuz. Tabii menkıbe demiştik. Menkıbeler Çanakkale’nin vazgeçilmezi. Balkan savaşı mağlubiyet olduğu için menkıbesi yok ama Çanakkale bir zafer. Çanakkale kendi savaş edebiyatını oluşturdu. Çanakkale için anlatılanlar, bazıları çok abartıya kaçıyor, peygamberimizi orada konuşturuyor, sanki bir ağacın arkasına saklanmış da, orada yaşananlara, konuşulanlara şahit olmuş gibi kurgulanmış diyaloglara dökerek anlatıyorlar, bu bir göz boyamaktır. Siz orayı anlatabilirsiniz, oradaki manevi ruhu, askerlerin yüksek inancını, imanını anlatabilirsiniz. Her askerin yanında Bedir savaşına katılan sahabenin isimlerinin muskalara yazılması gerçek mesela. Bedir savaşı müthiş bir zaferdir, dönüm noktasıdır İslam tarihinde. Orada bulunanlar meleklerden yardım görmüşler, Kuran’da ayeti de var, “Biz sizi görünmeyen ordularla destekledik” (Rad Suresi 11) mealinde. Hakikaten Çanakkale’de manevi bir yardım olmuş mudur, el hak olmuştur. Önemli olan bu ruhun askerin gönlünde yaşaması… Zaten inanmış bir asker 10 askere bedeldir bana göre. Balkan savaşında silahını bırakıp kaçan askerin Çanakkale’de tabir-i caizse ölüme meydan okuyan bir aslana dönüşmesinin altında bu iman vardır işte, yüksek metanet, cesaret ve kahramanlık duygularıdır. Çanakkale’de anlatılan menkıbelerin hepsine hurafe demek de doğru değil ama Çanakkale’yi de sırf bu menkıbelerden örülü bir savaş olarak da anlatmamak gerekir. Sadece Çanakkale değil, Osmanlı tarihinin daha eski dönemlerine dair de bu türden menkıbeler vardır. Makul seviyedeki bu anlatımlara her savaşın beraberinde getirdiği oluşturduğu savaş edebiyatı gözüyle bakmak ve öyle kabul etmek lazım. Bunları yaparken Yarbay Şefik Beyi, Üsteğmen Saffet’i, Binbaşı Mahmut Sabri’yi unutmamak gerekiyor. Bunlar elle tutulur gözle görülür kahramanlardı. Bu isimler aynı zamanda Çanakkale edebiyatındaki isimler. Yahya Çavuş’un Seyit Onbaşı’nın yaptıkları menkıbevi hadiseler gerçekten de. Bunlar yeter, ayrıca top mermisini tutup karşı tarafa fırlatan yeşil sarıklı kişilerden bahsederek işi sulandırmaya kalkışmak doğru değil. Oradaki askerin kahramanlıklarını anlatmak, menkıbelere bir bedeldir.

Şöyle bir kitap var, gördünüz mü? Bu olayı kitlesel turizm patlaması olarak yorumlayanlar da var çünkü.

Muzaffer Albayrak: Görmedim ama bakayım, evet, gerçekten de kapağından anlaşılıyor. Bundan 10-15 sene önce de birileri muhafazakar kesimin Çanakkale’ye artan ilgisini dile dolamışlar; “Çarşaflılar gidiyor, Çanakkale’yi Anıtkabir’e alternatif hale getiriyorlar gibi… Peki neydi muhafazakar insanları Çanakkale’ye çeken şey? Çanakkale’de bir ruh kazanıldı: “Çanakkale Ruhu”. Bana kalırsa Çanakkale’ye gidenler kaybettikleri, özledikleri o ruhu arıyor. Bakın Birinci Dünya Savaşının son yılında 1918’te Yeni Mecmua bir Çanakkale Özel Sayısı yayınladı. Bana göre bu bilinçli bir yayındı. Savaşın son yılında manevi olarak, moral olarak çöküşe giden, savaş yükünü artık kaldıramayan asker ve halka yeniden Çanakkale ruhu hatırlatılarak itici güç kazandırılmaya çalışılmıştı. Şimdi son 15 yıldan beri gidenlere bakıyorsunuz, dindarlar daha fazla gidiyor ve sahipleniyor. Belki onlar da o ruhu bulmak, o ruhtan istimdat istiyorlar. Dediğim gibi bu benim hissettiğim ama çok da fazla söze dökemediğim kanaat. Çanakkale bütün bir milletin Çanakkale’si. Çanakkale’de bir ırk yok ki, bir renk yok ki, Türk, Kürt, Arap, Laz, Boşnak, Çerkez hepsi var. Osmanlı’nın bütün unsurları orada. Gayrimüslimler dahi orada, Yahudi doktorlar, Rum eczacılar, Ermeni zanaatkârlar var. Kürtler, Araplar; özellikle Halep bölgesinden iki Tümen var mesela, 24 ve 26. tümenler. Bunun yanında gönüllüler var, Azerbaycan, Dağıstan ve Trablusgarp’tan, 2 sene önce toprağımız olan Rumeli’den gönüllüler gelmiştir. Varna ve Dobruca bölgesinden gelenler büyükelçiliklere gelerek “Biz cihata katılmak istiyoruz” diyen insanlar var ve bu insanlar 1. Dünya Savaşı’nın çeşitli cephelerinde savaşmışlar. Hatta Arnavutlar “Çanakkale içinde aynalı çarşı” türküsünü Arnavutça versiyonunu gittikleri yerlerde söylemişler ve yaymışlardır. Kosova’dan gelenler Goralılar var, orada halen Çanakkale hatıraları anlatılır.

Peki, Çanakkale Türküsü nasıl ortaya çıktı?

Muzaffer Albayrak: Kesin olmamakla beraber Çanakkale Türküsü’nün bir Kastamonu Türküsü olduğu söylenmektedir. Bununla beraber Türkünün Çanakkale muharebeleri öncesinde veya sırasında söylenmiş olduğu, orada savaşan askerler tarafından sonradan yayıldığı da rivayet edilmektedir. Niçin Kastamonu diye sorulabilir. Çanakkale’ye en çok asker gönderen vilayetlerden biri Kastamonu’dur, sonra Balıkesir ve Bursa, Tekirdağ geliyor.

Çanakkale’de şehit sayısı da bayağı tartışmalı bir konu. Elbette herkesin referansı önemli bu konuda. 5. Ordu Sağlık Menzil Müfettişliği’nin istatistik cetvellerine göre, Doktor General Kemal Özbay’ın Türk Asker Hekimliği ve Asker Hastaneler Tarihi 4 cilt’lik eserine göre 1. dünya savaşında toplamda 500.000 insan şehit olmuş, bunun 218. bini Kafkas, 101.269’unun Çanakkale şehidi olduğu bilgisi var. 250.000 kişi savaştan etkilenen sayısı mı; esir düşmüş, kaybolmuş gibi tanımlanan zayiat sayısı mı yani?

Muzaffer Albayrak: Üzerinde en fazla tartışılan konulardan bir tanesi bu evet. Biz Tuncay Yılmazer ile birlikte yayınladığımız Sorularla Çanakkale Muharebeleri isimli kitabımızda bu soruya cevap vermiştik. 250 bin rakamı ortalama bir rakamdır, sadece şehit sayısı değildir. 250 rakamı zayiat (şehit, yaralı, hasta, esir, kayıp…) rakamı olarak toplam bir rakamdır. Genel Kurmayın raporuna göre şehit sayısı 56 bin, 20 bin hastalıktan ölen, 10 bin kayıp, (iki siper arasında kalanlar ya da vurulup düşman siperine götürülenler…) 100 bin yaralı, 64 bin hava değişiminden dolayı cepheden memleketine gönderilenler… Tüm bunlar 250 bin rakamı oluyor. İstanbul’da yapılan araştırmaya göre 20 bine yakın şehit var, yaralı ya da hasta olarak gelip de ölen sayısı. O tarihte dizanteri ve Tifüs hastalığı var. Bunların naaşları Edirnekapı’da şehitliğe getiriliyor. Bunun haricinde karşıda Haydarpaşa’da Karacaahmet’te, Kasımpaşa’da Kulaksız mezarlığı… Hastanelere yakın bölgelerde mezarlıklara defnedilmiş. Mezarlıklar yeterli gelmeyince Edirnekapı’da büyük bir alan Çanakkale şehitlerine ayrılıyor belediye kararıyla. Sonuç olarak, bizim tespitlerimize göre toplamda 101 bin şehit var ki, bu rakam dediğiniz gibi Kemal Özbay’ı da doğruluyor. O rakam doğrudur. Bundan başka aslında unutulan, hesaba katılmayan gönüllüler var. Savaşa gönüllü olarak katılanların pek kayıtlara geçmemiş. Memleket içinden veya çoğunluğu Rumeli’de Balkan Savaşı ile düşman eline geçmiş yerlerden gelen Türk, Arnavut, Boşnak Müslümanlar var. Gönüllülerin sayısı 10 binden az değildir. Bu gönüllülerden şehit düşen birkaç bin kişi olduğu şüphesizdir.

Çanakkale’ye gelen bunca insanımıza, özellikle öğrencilere bir Çanakkale bilinci verilmeli. Bu bilincin oluşmasında coğrafyanın etkisi sizce nedir? Çanakkale’ye turistlik olarak değil de şehitleri ve coğrafyayı ziyaret edeceğinin bilinci aşılanması için, Çanakkale’de coğrafyanın daha otantik, daha inandırıcı hale getirilse, savaşın merkezinin tam burada yapılacağına dair çalışmalar yapılsa sizce daha iyi olmaz mı? Bugün Saraybosna’ya gittiğiniz zaman halen bazı binaların üzerinde 92-95 savaşının izlerini görürsünüz. Şu an Çanakkale yeşillik güllük gülistanlık bir yer, coğrafyayla ilişki kurulabilir mi, kurulursa neler yapılmalı?

Muzaffer Albayrak: Orman Bakanlığı’nın Çanakkale’de ciddi projeleri var. Şu anda bir simülasyon merkezi var bir de panoramik müzesi yapılacak. Çanakkale’ye gidenler, simülasyon merkezinde 11 ayrı bölüm olarak odada Çanakkale Savaşı’nın o anını görecekler ve dinleyecekler. Doğru bilgiler verilmesi açısından bu çok güzel bir şey. İkincisi, dediğiniz gibi Çanakkale’ye gidenlerin bilgilendirilmesi için, muharebe alanlarında doğru bilgi levhaları olması lazım. Bilgilendirilme levhalarında inanılmaz eksiklikler var, varolanlar da yanlış. Zıhındere’de Sargıdere Şehitliği var mesela, şöyle yazıyor:  “Burada düşman topçusunun attığı mermiler sonucu, 18 bin küsur yaralı asker şehit edilmiştir.” Sargıdere denilen yer, ilk yardım merkezidir, orada değil 18 bin, bin kişi bile barındırılamaz. Cepheye yakın bir yeridir, ve adı üzerinde sargı yeridir, oraya gidilir, sıyrıksa sargı yapılır, ağırsa hemen sevkedilir çevre illere. Bu levha orada durur öyle gelenler de bakar. Mesela Yarbay Hasan Bey mezarı. Yarbay Hasan Bey diye Seddülbahir bölgesinde bir yer var, hakkında birçok rivayet bulunur. Yarbay Hasan cepheye gelirken hasta bir köpek görür, onu beslenmiş köpek iyileşmiş, Yarbay Hasan Bey savaş alanını gezerken hançerlenmiş, şehit olunca köpeği de ölmüş, onu da ayakucuna gömmüşler. Birincisi Yarbay Hasan diye bir isim yok. Orada 6 Tümen’in 16. Alayının komutanı Yarbay Hüseyin var ama bahsedilen yerde şehit olmadı. Alayını yönlendirirken yaralanıyor ve şehit oluyor. Çanakkale muharebelerinde başını siperden çıkardığında vurulursun. Öyle savaş alanını çıkıp gezme söz konusu olamaz. Sanki burada Murat Hüdevendigar’ın Kosova sahrasındaki şahadeti alıntılarla ekleme yapılmış. Çanakkale’de kafanı kaldıramazsın, kaldırdığın an kurşunu yersin, siperler arası 10 metre, 20 metre. Sürekli gözleniyorsun aynalı tüfeklerle. Kafasını çıkarmadan ateş edilebilen tüfeklerle… Bizimkiler bundan bir tanesini ele geçirince ona bakarak hemen imal etmişler ve askerlere dağıtmışlar. Çanakkale öyle savaş alanı gezilebilecek bir yer değil, köpek mevzusu da Kıtmir hadisesinden geliyor herhalde. Rivayetler çok böyle, maalesef. Orada bilgilendirme levhaları yer yer düzeltiliyor ama çok daha iyi bilgilendirilecek şeyler yapılmalı. Bu konularla ilgili, bir heyet oluşturulabilir. Heyetin içinde tarihçiler, savaş alanlarını organize edecek sanat tarihçileri, arkeologlar, devlet kurumlarının tüm arşivleri olmalı… Genel kurmayın ATASE Arşivi’nin ciddi çalışmalar yapması gerekiyor, elindeki bilgi ve dokümanları, varsa görüntüleri -ben olduğunu zannediyorum- kamuoyuyla paylaşma durumundadır.

Tam yerine gelmişken sorayım, geçtiğimiz yıllarda Çanakkale Valiliği, Boğaz ve Garnizon Komutanlığı ile Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nin (ÇOMÜ) Halileli köyünde ortak projesi vardı, yer altında çürümeye terk edilen 9 adet tarihi top gün yüzüne çıkarıldı. Çanakkale’ye vefasız mı davrandık şimdiye kadar? Şehit kemiklerinin üzerine otopark yapıldığı da çok konuşuldu…

Muzaffer Albayrak: Bizim vefasızlığımız bugünün işi değil, Osmanlı’dan beri gelen bir durum bu. Biz maalesef ölenin ardından onu hatırlatmıyoruz, ölen öldüğüyle kalıyor. Bizimle Çanakkale’de savaşan İngilizler ve Fransızlar, savaş sonrası 1919 yılında hemen bölgeye heyetler göndermişler. Askerlerden, yazar ve gazetecilerden oluşan heyetler… Savaş alanında yapmış oldukları küçük mezarlıkları büyük mezarlıklara çevirmek, oraları ihya etmek, sağda solda askeri kalmışsa kemiklerini toplamak ve mezarlıklara taşımak, büyük anıtlar yapmak… Bunu yaparken bizim taraftaki şehitlerin kemiklerini de görüyorlar. Bize, Harbiye Nezaretine de teklif götürüyorlar: “Biz askerlerimizin ortalıkta kalan kemiklerini topluyoruz, bunları muntazam mezarlıklar haline getireceğiz. Sizin askerlerinizin de kemikleri toprak üzerinde kalmış, kabul ederseniz onların da defnedilmesini biz yapabiliriz.” Harbiye nezaretimiz vatanperverlik örneği gösterip “Askerlerimizi bizim defnetmemiz, bunun için tahsisat çıkarılması” isteniyor ve bu işin derhal yapılması için emir veriyor. Ama anlıyoruz ki böyle bir şey yapılmamış. İngilizler 1919’dan 1924’e kadar 31 tane mezarlık yapıyorlar, 3 tane de anıt yapıyorlar. Bunlardan bir tanesi Helles Burnu dediğimiz İlyas Burnu’nda İngiliz anıtıdır, bir tanesi Arıburnu’nda Kanlısırt’ta Anzak Anıtı, diğeri de Conkbayırı’nda Yeni Zelanda Anıtı. Fransızlar ise daha az asker göndermişler Çanakkale’ye, Seddülbahir’in boğaza bakan kısmında Morto Koyu’na bakan, Bizim şu andaki Çanakkale Şehirliği Abidesi’nin hemen karşısında kendi mezarlıklarını yapmışlar, isimlerinin tespit ettiklerinin isimlerini mezar başına yazmışlar ve abide dikmişler 1926’da. Biz Çanakkale’de ilk anıtı 1932’de Cesarettepe dediğimiz bugün Mehmet Çavuş anıtı dediğimiz yerde yaptık. Bu anıt da esasında savaş bittikten hemen sonra sözünü ettiğimiz Şefik Bey, 19. Tümen komutan vekili iken, Cesarettepe’de top mermilerinden bir araya getirerek, yapmış olduğu anıtın yerine yapılmıştır. Bizim Çanakkale savaşları esnasında yaptığımız 5-6 tane anıt vardı, bugün 2 tanesi ayakta, bir tanesi değiştirilmişti, diğeri onarım görmüştü. Diğerleri İngilizlerin mezarlık yapma çalışmaları sırasında yok edilmiş. Bugünkü Çanakkale Şehitleri Abidesi’nin yapımı son aşaması 2004’te tamamlandığına göre 50 yıldan fazla sürmüş., 1950’lerde yapım aşamasında iken inşaat durmuş. Müteahhit yolsuzluktan yargılanmış. Sonra başlatılan bir kampanya ile halkın gönülden yaptığı yardımlarla bitirilmiş 1960’da yarım yamalak açılabilmiş. Dediğim gibi defalarca onarım gören abideye son hali 2004’te verilebilmiş.

Bu acınacak bir durum…

Muzaffer Albayrak: Evet, maalesef. Çanakkale’ye girmek yasaktır bir zamanlar. Askeri bölgeydi, ziyaret etmek yasaktı, 1970lere kadar. Çanakkale’ye 1933’te Romanya ve Bulgaristan tarafından muhacirler getirildi. Oradaki insanların uzun yıllar en büyük geçim kaynağı, Çanakkale Savaşı’ndan kalan o metal malzemeyi satmak olmuştur. Elin oğlu savaştan kama malzemeyi en güzel şekilde korurken, biz, Çanakkale’den bize yadigar kalan o malzemeye “hurda” dedik 3 kuruşa sattık ve paraya dönüştürdük. Son derece ucuza satılmıştır. O söylediğiniz Halileli’ndeki toplar toprak altına kalmış, kalmasaydı onlar da satılırdı. Biz maalesef Çanakkale’den bize yadigar kalan tarihi mirası muhafaza edemedik. Bugün gittiğiniz zaman orada birkaç top görüyorsunuz, o toplarla ne anlatabilirsiniz, bu kadar anlatılırsınız. Buna rağmen hala orada toplar var çalılar arasında. Bunların da ihya edilmesi gerekiyor Orman Bakanlığı’nca, ki bu son çalışmaların içinde hepsi var.

Orman Bakanlığı tarihçilerle birlikte mi yapıyor peki çalışmaları, danışmanları var mı?

Muzaffer Albayrak: Danışmanları var ama ben yeterli olduğunu düşünmüyorum. Çıkan tartışmalar da bunu gösteriyor. Samimi olarak bir şey yapmaya çalışanlar var tabi… Ancak yapılan çalışmalarda ortaya çıkan yanlışlıklara bakıldığında ya ciddi olarak danışmanlık almadıkları ya da danışmanlarını ciddiye almadıkları görülüyor. Oradaki askerlerin silahları, üniformaları, şapkaları, düğmeleri, apoletleri biliniyor … Bu konuda uzmanlaşmış insanlar var onlara sorulsun ya? Mesela Çanakkale Koleksiyoneri Seyit Ahmet Sılay çıkıyor ve söylüyor, verilen cevap resmi yetkililer tarafından şöyle: “Ya bunu kim fark eder? Halk bunu farketmez”. Bu mantık içerisinde olursanız, gittiğiniz yolun yanlış olduğu ve bir işe yaramayacağını da açık açık ortaya koyuyorsunuz demektir. Bunu kim anlar ki demeyeceksiniz, en doğrusunu en güzelini ortaya koymaya çalışacaksınız. Elde malzeme var, bilgi var, bilen var, metinler var, o zaman işin kolayına kaçmamak lazım.

Siz Başbakanlık arşivinde çalıştınız uzun bir süre. 2005 yılında , Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü “Osmanlı Belgelerinde Çanakkale Muharebeleri” adlı iki ciltlik çok önemli bir eser de yayımladı. Popüler Çanakkale kitaplarından ya da gündemde olanlardan farklıydı, arşivlerden çıkacak böyle önemli belgeler hala var mı, arşivlerimiz okunmayı mı bekliyor?

Muzaffer Albayrak: Osmanlı arşivinde yok, çünkü Osmanlı Arşivinde daha çok devletin sivil kurumlarının arşivi var. Çanakkale Savaşı adı üzerinde bir savaştır ve Genelkurmayı ilgilendirir. Yani Harbiye Nezareti’ni (Savaş Bakanlığı’nı) bugünkü Milli Savunma Bakanlığı’nı. Dolayısıyla Genel Kurmay, arşivini kendisi tutmuş. Ama bugün genel kurmayın savaş arşivi, orduların arşivi, Ankara’da ATASE denilen Askeri Tarih Stratejik Etütler Başkanlığı’nda bulunmaktadır. Orada ciddi olarak bir tasnif yapılması gerekiyor. Şu anda Çanakkale hakkında yazılan en kapsamlı kitap, Genel Kurmay’ın çıkardığı 1. Dünya Savaşı ve Türk Harbi isimli serinin 3. cildidir ve üç kitaptan oluşur. Son derece kapsamlıdır, tamamen belgelere dayanır oradaki bilgiler. Bizim çıkardığımız kitaplar, genellikle basına sızan günlük muharebe raporlarından oluşur ama genel kurmay arşivinde o 3 ciltlik kitabın haricinde çok önemli bilgilerin, mektupların, anıların ve günlüklerin olduğuna eminim, fotoğrafların ve sinema görüntülerinin olduğuna da eminim. Çünkü arşivde yaptığımız çalışmalara göre Çanakkale’ye film almak üzere, sinema filmi çekmek üzere ekipler gönderilmiş. Osmanlı Genel kurmayında bir sinemacılık dairesinin bulunduğunu da biliyoruz. Bunların genel kurmay arşivinde olması lazım. Bir Çanakkale gönüllüsü olarak ATASE’deki Çanakkale’ye dair bilgi, belge ve dokümanların tasnif edilip tamamının yayınlanması en büyük dileğimiz.

Son sorumuzu soralım, Çanakkale hakkında yapılan belgeselleri, filmleri izlediniz mi? Yeterli olduğunu sanmıyorum, ne yapmalı bu konuda?

Muzaffer Albayrak: Ben Çanakkale’ye dair yapılan filmleri bir tepki olarak izlemiyorum. Bir tanesini izlemiştim, Tolga Örnek’in yabancılarla birlikte yaptığı belgeseli, pişman oldum. Orada bizden çok karşı taraf anlatılıyordu, bir Anzak güzellemesi gibiydi. “Bizde çok fazla anı yansıtan çok fazla bilgi olmadığından karşı taraftan yararlandık” tarzında bir açıklama yapmışlardı. Çok büyük bir hayal kırıklığıydı benim için. Ondan sonra prensip olarak yapılan hiçbir şeyi izlemiyorum, ama basından takip ediyorum. Bunlardan bir tanesinin Çatalca’da bir çiftlikte çekildiğini biliyorum, böyle sorumsuzluk olmaz. Yani “Ben yaptım oldu” ile Çanakkale filmi olmaz. Çanakkale ile ilgili yapılan bir filmin hatırı sayılır ölçüde seyirci çekileceği bilindiğinden midir, son derece özensiz, profesyonel danışmanlık hizmeti alınmadan, bilenlerin bilgisine başvurulmadan, sıradan ve sığ senaryolarla filmler yapılıyor. Hatta zamanında menkıbe ve hurafeleri eleştirenlerin filmlerine hurafeleri bolca koyduğunu da biliyoruz, böyle de çelişki görmekteyiz. Hulasa seyredilebilir bulmadığımdan uzak duruyorum.

 Çanakkale ile ilgili herkes bir şeyler bilir, edebiyatını yapar, söz meclisinde konuşur ama elle tutulur bir şey aradığınız zaman bulamazsınız.

Biz Çanakkale’de bir ruh kazandık ama bizim kazandığımız zaferden dolaylı olarak en çok karlı çıkan Almanya olmuştur.

Çanakkale, bir gönül meselesidir, oraya gönlünüzü kaptırırsanız bir daha alamazsınız. Sürekli yeni bilgiler ararsınız, hep orayı okumak istersiniz, hep farklı olayların peşinde olursunuz. Bir müddet sonra kahramanlarınız olur. Benim için Şefik Bey farklıdır.

Bugün çok satan tarih kitaplarının, resmi tarihe alternatif kitaplardan oluştuğuna bakıldığında, ortada bir problem olduğu aşikâr.

Belediyeler Çanakkale’ye binlerce insanı istifleyerek götürüyorken iyi bir iş yapmışlar gibi gözükse de, ben belediyelerle oraya gidenlere acıyorum.

“Ben yaptım oldu” ile Çanakkale filmi olmaz. Çanakkale ile ilgili yapılan bir filmin hatırı sayılır ölçüde seyirci çekileceği bilindiğinden midir, son derece özensiz, profesyonel danışmanlık hizmeti alınmadan, bilenlerin bilgisine başvurulmadan, sıradan ve sığ senaryolarla filmler yapılıyor.

17.362 okunma

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir