GELİBOLU’YU ANLAMAK

Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın İslam Stratejisi – Kadir Kon ( Tuncay Yılmazer )

 

Önümüzdeki yıl  tüm dünyada 100. Yıldönümü anılacak olan “modern savaşların anası” Birinci Dünya Savaşı’nın çeşitli yönleriyle  ile ilgili yapılmış nitelikli çalışmalar diğerleri karşılaştırıldığında ülkemizde son derece az.  Çanakkale ağırlıkta olmak üzere kahramanlık hikayeleri , sahaflarda bile zor bulunan Genelkurmayın askeri kitapları ülkemizdeki Birinci Dünya Savaşı literatürünün önemli bir kısmını  oluşturuyor. “Almanlar yenildiği için biz de yenilmiş sayıldık” ya da “Araplar bizi arkadan vurdu” gibi genel geçer ifadeleri bazen entelektüel saydığımız kalemlerin bile tekrar ediyor olması üzücü. İşin diğer üzücü yanı özellikle  batılı kaynakların 1. Dünya Savaşı’nı sanki Osmanlı İmparatorluğu katılmamış ya da çok önemli rol oynamamış gibi anlatması, savaşı Somme’nin , Passchandale’nin, Ypres’in bitmek tükenmez siper muharebeleri romantizmiyle anlama çabaları.


Oysa savaşı tüm dünyaya yayan, tüm ülkelerin geleceğe yönelik planlarını diplomatların çekmecelerinden çıkaran Osmanlı İmparatorluğu’nun bizzat savaşa katılmasıydı.  O dönemde bağımsız kalabilmiş birkaç Müslüman ülkesinden biri olan Halife’nin ülkesinin savaşta alacağı tavır , bünyelerinde milyonlarca Müslüman barındıran Britanya İmparatorluğu, Fransa ve Rus Çarlığı’nı yakından ilgilendiriyordu.


Almanya daha savaştan çok önceleri İtilaf devletlerinin Müslüman popülasyonunun savaş durumunda “sorun” olacağının bilincindeydi.  1898’deki  Şam ziyaretinde kendini tüm Müslümanların koruyucusu ilan eden  Kayzer Wilhelm II savaşın hemen ertesinde 30 Temmuz’da Petersburg’daki büyükelçisine çektiği telgrafta Müslümanların ayaklandırılmasıyla vicdansız nefret dolu  İngiltere’nin en azından Hindistanı kaybedeceğini yazıyordu.


İTÜ Öğretim Üyesi Kadir Kon “Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın İslam Stratejisi”<!–[if !supportFootnotes]–>[i]<!–[endif]–> adlı çalışmasında Alman İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nda İslam dünyasına yönelik stratejisini, bu politikanın altyapısını oluşturan özellikle sivil kişi ve kuruluşları inceliyor, o dönemin Türk-Alman diplomatik ilişkilerinin az bilinen bir yönüne ışık tutuyor.


Türk okurları konuyla ilgili benzer bir çalışmayı hatırlayacaklardır.  Geçtiğimiz yıl çıkan Sean McMeekin’in “Berlin-Bağdat Demiryolu” çalışması bize Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında Osmanlı İmparatorluğu ile Alman İmparatorluğu arasında gerçekleşen işbirliğinin en önemli meyvesi  “Cihad”ı anlatıyordu. Mc Meekin cihadın hem düşünce hem de finansman açısından tamamen Alman kaynaklı bir hareket olduğunu belirtiyordu. Kitap boyunca Cihad bürosunu kuran Max von Opppenheim başta olmak üzere Cemal Paşa ve von Kress’in dragomanı daha sonra İstanbul Alman Büyükelçiliği istihbarat bürosunda görev yapan Carl Prüfer, Afganistan’a giden Niedermayer, Eritre’de görev yapan Leo Frabenius, Süveyş ile Hicaz arasındaki Bedevi aşiretlere giden Avusturyalı akademisyen Alaois Musil , Sunusilere giden Mannesman, gibi İtilaf devletlerine bağlı sömürgelerin topraklarında görev yapan çok sayıda Alman “Lawrence” larla tanışıyorduk. Çoğu başarısızlıkla sonuçlanan oldukça renkli hikayeler kitabı oldukça okunur kılsa da  McMeekin kitabın son bölümünde Alman Cihadı’nın Birinci Dünya Savaşı’nda başarısız olsa da attığı temellerin günümüze kadar geldiğini iddia ediyor ve bu tezini holokostla ilişkilendiriyordu! Yazar “gazetecilerin 11 Eylül olayından beri radikal İslam’ın kökenlerini anlamaya çabalamasıyla birlikte II. Dünya Savaşı’na katılan ülkelerdeki Nazi-Müslüman bağlantısı giderek büyüyen bir literatüre ilham vermeye başladı” diye yazıyor, Ortadoğu’da her musibetten dolayı İsrail’i suçlayan Arapların antisemitizmde Oppenheim’in ve akılsız imparatorunun uygarlık miraslarını, Hristiyan-Yahudi düşmanı bir cihadı desteklemek üzere harcadıklarını belirtiyordu. “Bu karar sonuçları bugün hepimizi etkileyen vahim bir akıl tutulmasıydı” diyordu.<!–[if !supportFootnotes]–>[ii]<!–[endif]–> Yahudi Holokost’unda sorumlu olanları bulmak için Mc Meekin gibilerinin Hitler gibi bir canavarın iktidara gelmesine yol açan ABD, İngiltere ve Fransa’nın başı çektiği Batı dünyasını sorgulaması gerekiyor.


Kadir Kon, Cihad konusunu periferinden değil “merkez” den sorguluyor. Almanlar Birinci Dünya Savaşı’nda propagandanın önemini geç fark ettiler. Kon savaşın erken dönemde biteceği şeklinde “hesap hatası” yapmalarından kaynaklandığını belirtiyor. Savaşın uzayacağı anlaşılınca İslam dünyasına yönelik faaliyetler daha büyük önem kazanıyor.


Kadir Kon Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’nda İslam politikasında Max von Oppenheim’in ve onun çabasıyla kurulan Şark İstihbarat Biriminin önemli rol oynadığını belirtiyor. Oppenheim’in hayatı hakkında ayrıntılı bilgiler veren Kon 1896 ile 1909 yılları arasında Alman İmparatorluğu’nun Kahire Büyükelçiliği’nde ateşe olarak görev yapmasıyla İslam Dünyasını yakından tanıma fırsatı bulduğunu ve Alman Dışişlerine çok sayıda rapor gönderdiğini yazıyor. Oppenheim’in en çok üzerinde durduğu konu İslam’daki “cihad” anlayışının yaklaşan bir savaşta nasıl kullanılabileceği… Kadir Kon, Oppenheimin Avrupalı Büyük Devletlere karşı Halife-Sultan önderliğindeki İslam dünyasının potansiyel bir güç olarak kullanılabileceği şeklindeki değerlendirmelerinin 1914 teki savaş başlamasından 16 yıl öncesine dayandığını belirtiyor.


Kitabın en önemli bölümlerinden bir tanesi Max von Oppenheim’in Ekim 1914 ‘de “Düşmanlarımızın elindeki İslam bölgelerinde İhtilâller Çıkartılmasına İlişkin Memorandum” başlıklı raporu. Söz konusu rapor Oppenheim’in savaş sırasında Müslüman toplumlara yönelik askeri ve siyasi yaklaşımın nasıl olması gerektiğine dair görüşlerini içeriyor. Halifelik kurumunun önemine dikkati çeken Oppenheim , ihtilal çıkarılmasının birinci şartının halife sultanın bayrağı altında Türklerle yoğun işbirliği yanında bilinçli hedefi olan organizyasyonlar olduğunu belirtiyor. Propagandanın, Türkiye’nin Almanya tarafında savaşa girmesinin önemi üzerinde duruyor. Almanya için öncelikli konunun kendi menfaatleri için İslam’ı kullanmak ve de onu güçlendirmek olduğunu söyleyen Oppenheim her türlü araçla düşman bölgelerinde ihtilaller çıkarmanın lüzumuna vurgu yapıyor.


Kitapta içeriği bir hayli ayrıntılı verilen rapor Ekim 1914’te Alman Dışişleri bakanlığına teslim edilmiş ve Kasım ayı başında Kayzere sunulmak üzere Alman genel karargahına gönderilmiş.


Oppenheim’in girişimiyle Müslüman ülkelere yönelik propagandayı amaçlayan Alman Dışişleri Bakanlığı bünyesinde kurulan Şark İstihbarat Birimi ( Nachrichtenstelle für den Orient) 1 Kasım 1914’te göreve başlıyor. Kon, NFO’nın bürokratik ve resmi kurumdan ziyade fakülte hocalarının çalışma ortamına benzer bir yapısının olduğunu vurguluyor. Kitabın önemli bir kısmı Şark İstihbarat biriminin faaliyetleri ve karşılaştığı sorunlar üzerine yoğunlaşıyor.  Çalışan personelin özellikleri çalışma yöntemleri ve faaliyet alanlarına dair ayrıntılı bilgiler veriliyor. Söz gelimi Ağustos 1918’deki bir raporda kurumun propanda faailiyetleri haricinde Şark çevrelerinden şahsiyetleri Almanya’nın menfaatleri doğrultusunda kontrol etmek yönlendirmek,  Şark dilleri ve Rusça’da çıkan basını takip , etmek , Şark dillerindeki belgelerin çevrilmesi, Şark milletlerine mensup esirlerin manevi ve psikolojik ihtiyaçlarının giderilmesi, esir kamlarında çeşitli faaliyetler düzenlenmesi vs.


Kitabın önemli bir bölümü İtilaf devletleri safında çarpışırken Almanya’ya esir düşen Müslüman savaş esirlerine yönelik propaganda çalışmalarına ayrılmış. Bu bölüm tanıdık bir ismin,  milli şairimiz  Mehmet Akif ‘in de hayatının pek bilinmeyen bir yönünü gündeme getirmesi açısından önemli. Akif, Şeyh Salih Tunusi ile birlikte Almanya’daki esir kamplarındaki Müslümanlara yönelik propaganda faaliyeti için Osmanlı hükümeti tarafından görevlendirilmişti. Mütevazı ve ketum kişiliği nedeniyle Almanya’daki görevinden çok az , bölük pörçük bahseden Akif’in yaptıklarını Kon çeşitli kaynaklardan aldığı bilgilerle yerli yerine oturtuyor.


Kitapta Müslüman esirlerin tutulduğu Halbmondlager ve Weinberglager esir kampları hakkında da ayrıntılı bilgi verilirken Osmanlı Hükümetinin Müslüman esirlerin bir kısmının Anadolu’da sevk ve iskanı konusunda ne gibi çalışmalar yaptığı ayrıntılı olarak başarı ve başarısızlıkları resmi belgeler üzerinden tartışılıyor.  Kitapta tali bir konu olarak görünse de Osmanlı Hükümetinin Ermenilerin tehcirinden doğan iktisadi boşluğu Almanya ve Avusturya’daki Müslüman esirlerle değerlendirmek istemeleri oldukça önemli. 


Kadir Kon Almanya’da başlayan İslamcı bir propaganda projesinden Osmanlı Devleti için bir iskan projesine dönüşen Müslüman esirler meselesinde, gelen esir sayısının az olmasını başarısızlık olarak nitelerken , tüm İslam coğrafyasından seçilen çalışma grubunun çabaları sonucu askerlerin yeniden cihad için cepheye gidebilmelerinin başarı olduğunu belirtiyor.


Birinci Dünya Savaşı’ndaki cihad ilanını tarihçilerin mutlak doğru gibi kabul ettiği “başarısız olmuştur” diye etiketlememek gerekli. Bu konuda Kon’a katılıyorum. Ancak savaşın askeri planlarını Almanların hazırladığı gibi cihad ilanı ve sonrasındaki propaganda faaliyetlerinin  “Made in Germany” etiketi taşıması mevcut Osmanlı Hükümetinin savaşın yönetiminde “özne” değil “nesne” olmayı kabullendiğinin kanıtı. Bu bağlamda çoğunluğu “seküler” dünya görüşüne sahip İttihat Terakki hükümeti yöneticilerinin cihad ilanını ne derece kabullendikleri, Alman dostlarının kendilerini nasıl ikna edebildikleri önemli.  Kon belki bunu sorgulayabilirdi. Cihad ilanının Müslüman toplumlarda kabullenmesinin önündeki en büyük engel olan bu çelişkiyi İngilizler ve Fransızlar savaş boyunca propaganda olarak sürekli işlediler.


Çalışmanın dipnotlarının da ayrıca “kitap” niyetiyle okunabileceğini belirtmek lazım. Özellikle Tük tarih okurlarının henüz tanışmadığı Franz Fischer’in Almanya’nın savaş hedeflerini anlatan tartışmalara yol açan kitabına yapılan atıflar önemli.


 Eserin sunumu ve tanıtımı  konusunda, yayınevinin gereğinden fazla mütevazı olduğunu düşünüyorum. Özellikle kitabın kapağı fazlasıyla basit ve önemini yansıtmaktan uzak. Yayıncı  olsam Batılı literatürde çok az işlenen bu konuyu en kısa zamanda İngilizce ve Almanca’ya çevirtmek için uğraşırdım.


Türkiye’de askeri, sosyal,  ekonomik ve kültürel yönleriyle Birinci Dünya Savaşı’nı çalışan akademisyen sayısı ne yazık ki az. Birinci Dünya Savaşı ve Osmanlı İmparatorluğu konusunda çalışacak bir akademisyenin Alman kaynaklarını değerlendirmeye vakıf olması önemli.  Kadir Kon bu konuda da yetkinliğini gösteriyor. Bu çalışmasıyla ileride yapacağı çalışmalar konusunda da umut veriyor.


Özetle Kadir Kon’un “Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın İslam Stratejisi” adlı eseri   Birinci Dünya Savaşı’nın 100. Yıldönümü yaklaşırken yapılmış en nitelikli çalışmalar arasında yerini almaya hazır duruyor. İçerdiği çok sayıda orijinal bilgi ve belgeyle konuyla ilgilenenlerin mutlaka edinmesi gereken kaynak bir eser.



Tuncay Yılmazer





Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın İslam Stratejisi


Kadir Kon


Küre Yayınları, Haziran 2013





<!–[if !supportEndnotes]–>



<!–[endif]–>

<!–[if !supportFootnotes]–>[i]<!–[endif]–> Kadir Kon, Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın İslam Stratejisi, Küre yayınları, Haziran 2013



<!–[if !supportFootnotes]–>[ii]<!–[endif]–> Daha önceki bir yazımda öfkeyle “Sean McMeekin bu satırları devam ettirseydi muhtemelen “Üsame bin Ladin’in evinde Max von Oppenheim’in portresi asılıydı” diye yazacağını iddia etmiştim.  Beni üzen bir diğer nokta da bazı “muhafazakar” dergilerimizde bu kitabın bu tezini sorgulamak yerine genel itibarıyla  öven yazılar çıkmasıydı.

22.479 okunma

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir