Sinema tarihi, geçmişte yaşanmış ya da yaşandığı iddia edilen tarihi olaylarla ilgili yapılmış filmler üzerine tartışmalarla doludur. “Tarihi gerçekliklerin” düzgün aktarılması ya da çarpıtılması meselesi, tarihi filmler üzerinden yapılan tartışmaların ana eksenini belirlemiştir. Ancak konuyu, filmler veya diziler üzerinden tarihin anlatılması meselesine getirdiğimizde, asıl önemli noktalar çoğunlukla gözden kaçırılır.
… Özellikle Hollywood ve onun yönlendiriciliğindeki Batı sinemaları ile dizi sektörünün tarihi ele alışındaki sorun bambaşka yerdedir. Hollywood ve onun “ilkesini” belirlediği diğer ülke sinemaları ile dizi sektörlerindeki tarihi ele alış biçimini, liberal tartışmaların yüzeyselliğinden uzaklaştırmazsak asıl meseleyi göz ardı etmiş oluruz. Nasıl ki Efendimiz (s.a.) ile ilgili karikatür ya da film tartışmalarında, meseleyi, karşısındakinin tüm duruşunu, sansürün olup olmaması gerektiği üzerine bir fikir serdetmeye indirgeyen liberal tartışma yüzeyselliğine kapılmak, bizi konunun can alıcı noktasından uzaklaştırmışsa; Muhteşem Yüzyıl dizisi üzerine yürütülen tartışmaları bu eksene kaydırmak asıl odağın unutulması anlamına gelecektir. (E.G)
‘Çanakkale Geçilmez’ Ama Böyle de Çekilmez (Uğur Vardan)
Bazı filmler bizi ‘Sözün bittiği yer’e getirip bırakıyor. Örnek vermek gerekirse ben Peter Weir imzalı ‘Gallipoli’den (Gelibolu) sonra ‘Çanakkale meselesi’nde söylenecek pek bir şeyin kalmadığı kanaatindeyim. Çünkü bu başyapıt bir kere hem söz konusu savaşın özeline hem de genel bir çerçeve içinde meselenin emperyalist bir dünyadaki yerine son derece doğru bir bakış açısıyla yaklaşıyordu… Weir’ın filmi, Anzak gençliğinin, sömürge tarihinin belki de en büyük ustası sayılan İngilizler tarafından, “Türkler buraya kadar gelip vatanınızı işgal edecek” yalanıyla kandırıldıklarını gösteriyordu. Weir’ın filmi 1981’de çekilmişti. 31 yıl sonra aynı sulara geri dönüyorsanız, kuşkusuz duvara yeni bir taş koymalısınız. Bu sezonun favori konusu olan ‘Çanakkale Savaşı’ serisinin ikinci adımı olan (ilki malum Sinan Çetin imzalıydı) ‘Çanakkale 1915’, ne yazık ki yeni bir taş ya da tuğla koyma konusunda son derece eksik kalıyor. Evet, Weir bir Avustralyalı olarak “Orada ne işimiz vardı?”yı soruyordu, Yeşim Sezgin imzalı ‘Çanakkale 1915’ ise ‘Orada ne işleri vardı?’dan çok ‘Onlara hadlerini bir güzel bildirdik’in peşine düşüyor. Elbette bu bir tercih meselesi ama film bu tercihin üstesinden gelme yolunda, bırakın derinleşmeyi yüzeysel bir sosyolojik arka planı bile dert etmiyor. (U.V.) (Bu yazı 18.10.2012 tarihli Radikal Gazetesi’nde yayınlanmış, yazarın izniyle sitemize konmuştur)
Fetih 1453 te İstanbul Kuşatmasıyla İlgili Bilgilerimiz Altüst Edilmiş (Erhan Afyoncu)
Fetih 1453 filmi büyük tanıtımlarla vizyona girdi. Türk sinema tarihinin en pahalı yapımı olan filme büyük emek verilmiş. Oldukça kaliteli animasyonlar yapılmış, ancak bu kadar emek ve paraya rağmen fetih süreci ile ilgili çok basit bilgi hataları var. Bunlar kurgu diye de açıklanacak hatalar değil. Çünkü kurgu olacak bir durum yok. Bilinen bilgiler filmde niçin yanlış ele alınmış. Anlayamadım. İşin ilginç tarafı bu hatalar filmin danışmanı Prof. Dr. Feridun Emecen’in İstanbul fethiyle ilgili araştırmalarına da ters. Demek ki yapımcılar danışmanlarının çalışmalarına pek itibar etmemişler.
Filmdeki en büyük hata kuşatma sürecindeki olayların kronolojik sırasının alt üst edilmesi. Kuşatmanın 15. gününde 20 Nisan’da cereyan eden ve İstanbul’un fethindeki en önemli hadiselerden olan üç geminin kuşatmayı yararak İstanbul’a girmesi filmde kuşatmanın 40. gününde 15 Mayıs’ta gösteriliyor. Bu tamamen yanlış bir bilgidir. (E.A.)
“Hür Adam” ve Maneviyatçı Sinema Üzerine (Enver Gülşen)
“….Sinemaya büyük bir merak ve heyecanla gittiğimde, beklediğim şey, bu büyük âlimin hayatındaki manevi, ruhsal kırılmaları ve manevi gelişimini izleyebileceğim ve o deneyime ortak olabileceğim bir filmdi. Sorular soran bir filmdi beklediğim. Ve o sorulara, hazır ve çoğu zaman çocuk basitliğine indirgenmiş cevapları olan değil, cevapları Said Nursi’nin manevi gelişimiyle birlikte seyirciye de arattıran bir film izlemekti umudum. Ama gördüğüm şey, önce bir tarihsel film, sonra da STV dizisine döndü gözlerimin önünde. Maalesef Müslüman kesim özellikle cumhuriyetin ilk yıllarında yaşadığı travmayı aşamıyor. Kendisini anlatırken dahi, o travmanın yönlendirdiği bir dili kullanıyor. Ve o incinmenin müsebbiplerine “karşı” bir dil kullanırken dahi onları büyük oranda onaylıyor.
…Sanırım “her şeyi en iyi biz biliriz” ve “her türlü sorunun cevabı bizde ve âlimlerimizde hazır olarak var” türü anlayışlar, iyi film ya da sanat eseri yapmanın önündeki en büyük engeller. Zira her an yeni bir arayış, her an yeni bir canlanma gerekir ve bu canlanma ancak ve ancak her anı ebediyet içinde gizli bir hazineye çeviren zaman üzerine düşünen bir sinema ile aktarılabilir. Hür Adam bende özellikle son bir buçuk iki saatiyle büyük hayal kırıklığı yarattı. Bu defa gerçekten bir şeyler umut etmek istemiştim. Olmadı!” (E.G.)
Ari Folman’ın Beşir’le Vals filmi üzerine… (Enver Gülşen)
Beşir’le Vals, kendisi de, Sabra ve Şatilla katliamı sırasında İsrail ordusuyla birlikte Lübnan’da görev yapmış olan Ari Folman’ın katliama yönelik bir vicdan muhasebesi gibi görünüyor. Katliamla ilgili hiçbir şey hatırlamayan bir yönetmenin, asker arkadaşlarını araştırıp onlarla yaptığı konuşmalar sonucu, olanları hatırlama girişimi olarak okunabilir film. Animasyon bir film olmasının kimi dezavantajlarına sahip olsa da, filmin en azından samimi bir çaba olduğu düşünülebilir. …Peki, nedir Ari Folman’ın, filmdeki yönetmenin hafızasına kazı yapmak yoluyla bizlere anlatmak istediği şey? Onca vahşi ve büyük katliamın sorumluluğunun dağıtılmak yoluyla yok edildiği, unutulduğu ve bilincin çok derinlerine bir daha kullanılmamak üzere atıldığı mı? Dünyanın her tarafında askerlerin benzer yönelimlerle katliamlar yaptığı ya da katliamlara göz yumduğu mu? İsrail’in Sabra ve Şatilla katliamlarında sorumluluğunun olduğu; ama bunun, orada bulunmuş askerler tarafından pek de tümüyle bilinmediği mi? ….Ari Folman’ın bir vicdan muhasebesi yaptığı ve kendi hafızasına yönelik bir arkeoloji çalışmasıyla katliamların mahiyetine yönelik bir açıklama yapmaya çalıştığı muhakkak. Dünyanın her tarafında benzer organizasyonlarla benzer katliamların olageldiği de bir başka gerçek… Ancak, filmin en önemli sorunu, üzerine oturmaya çalıştığı düzlemin oluşturmaya çalıştığı anlamları, bir haklandırma açıklama mekanizması olarak, bir tür masumiyet argümanı olarak kullanması.(E.G)
Bir Hollywood Yanılsaması: “The Hurt Locker” (Enver Gülşen)
“……….Kathryn Bigelow’un kamerası, Hollywood’un nispeten önemli eserlerinde biraz yontulmuş propagandayı, tekrar apaçık hale döndürmesiyle tam anlamıyla eril bir şiddet aracına dönüşüyor. Amerikalı askerlerin, kendilerine tehdit olabilecek kişileri dahi son ana kadar vurmamayı tercih etmeleri, Iraklıların canı için kendi canlarını dahi tehlikeye sokabilmeleri; senaryosu Bush tarafından yazılmış bir filmi andırıyor bizlere. ABD’nin, dünyanın öte tarafına adalet ve demokrasi götürmek üzere gittiği ve oraya gönderdiği askerlerin halkı en az kendileri kadar dikkate aldığıdır Kathryn Bigelow’un göstermek istediği! Ancak bunu, Ridley Scott’un “Kara Şahin Düştü” filminde olduğu gibi “yerel halkı” hiç dikkate almayarak yapmaya çalışmasıyla, tam bir amatör propagandacı izlenimi veriyor Bigelow. Merkezde Amerikalı asker vardır ve Iraklılar, yaşanan onca trajediye rağmen umursamaz bir hayat yaşayan duyarsız insanlardır! Bu aşamada kahraman Amerikalılara onları kurtarmaktan başka çare de kalmıyor tabii.…” Enver Gülşen “Savaş ve Sinema” yazılarının bu bölümünde geçtiğimiz ay “En iyi Film” ve “En İyi Yönetmen” dallarında oscar alan “The Hurt Locker” filmini eleştiriyor. Söz konusu makale www.derindusunce.org sitesinde daha önce yayınlanmıştı.
Propaganda Filmlerinin Bir Prototipi olarak Arabistanlı Lawrence (Enver Gülşen)
Enver Gülşen, “Savaş ve Sinema” yazılarının ikincisinde David Lean’in yönettiği, Peter O’Toole, Alec Guinnes ve Anthony Quinn’in başrolünü oynadığı 1962 yapımı Lawrence of Arabia ( Arabistanlı Lawrence) adlı filmi değerlendiriyor. Bildiğimiz gibi Arabistanlı Lawrence, 1.Dünya Savaşı sırasında Arabistan yarımadasında, İngiliz subayı bir casusun Arapları Osmanlılara karşı kışkırtmasını konu edinmekte. Gülşen tipik propaganda filmlerinde olduğu gibi bu filmde de öncelikle bir kahraman üretildiğini, bu kahramanın kendi kişiliğinde yönetmenin (ve elbette yönetmene o kadar büyük bütçeli film yaptırmış olanların) fikirlerinin yapılandırıldığı merkez olduğunu, bu kahramanın kendisine de propagandanın gerektirdiği her türlü kodun yüklendiğini yazıyor. “…. Milliyetçilikleri azdırarak böl-parçala-yönet tavrını günümüzde dahi başat unsur olarak kullanan, uzun yüzyıllar birlikte yaşamış insanların ortak yönlerini unutturup, birbirlerine karşıt yönlerini cilalayan ve keskinleştiren propagandanın olmazsa olmazı olan Hollywood sinemasının bu yapıtı bu açıdan sonraki filmlerin de tam bir şablonu olmaktadır. Bir başyapıt mıdır? Benim için büyük bütçeli bir propaganda filmidir. Ne sinematografi olarak, ne hikâye olarak pek bir anlamı olmayan, ama çok başarılı bir propaganda filmi… Film sanatının ahlaksızlığa, tek yanlılığa ve sömürgeciliğe nasıl araç kılındığı görülmek isteniyorsa mutlaka izlenmeli.”
Enver Gülşen’le “Savaş ve Sinema” Yazıları-1 “Büyük Aldanış” Yön: Jean Renoir (1937)
1.Dünya Savaşı’nda uçakları düşürülüp Almanlara esir düşen iki subaydan, Yüzbaşı Boeldiou ve teğmen Marechal bir esir kampına götürülürler. Bu esir kampı Almanların, esir subayları yerleştirdiği bir kamptır. Kampta İngiliz, Rus ve Fransız subayları tutulurlar. Ancak bu esir kampı bildiğimiz esir kamplarına benzemez.
Enver Gülşen, Gelibolu’yu Anlamak için kaleme aldığı ilk yazısında Fransız yönetmen Jean Renoir’in 1937 yapımı “La Grande Illusion” (Büyük Aldanış) adlı filmini değerlendiriyor. Gülşen, bu filmin savaşa bakışındaki iyimserliğinden, savaş karşıtı bir noktada duruyor olmasına kadar çok değişik şekillerde değerlendirildiğinin, sonraki birçok filme de gerek tekniği, gerekse konusu açısından öncü olduğunun altını çiziyor. Gülşen’e göre ; Birinci Dünya Savaşı’nı konu alan filmlerin başında gelen Renoir’in bu başyapıtında görünürdeki konunun altında bir aristokrasi analizi ve hümanizm tartışması kendisini belli eder. Savaşın anlamı (ya da anlamsızlığı) üzerine düşünmeyi teşvik eden Büyük Aldanış filminde, dil üzerine kadim tartışma, konuların hepsinin etrafını saran tema olarak göze çarpmaktadır. Film, Renoir açısından savaşta dahi hümanizm özlemi olarak okunabilir. Gülşen haklı olarak soruyor: 1937’de, faşizmin kapıda olduğu ve tarihin gördüğü en büyük katliamların ve zulümlerin olduğu bir dönemin arifesinde, böyle bir iyimserlikle savaşa bakış, Renoir’in mi, yoksa tüm insanlığın mı aldanışını gösterir?
Enver Gülşen’le Savaş ve Sinema Üzerine… ( Tuncay Yılmazer )
Enver Gülşen’i internet dünyasının en nitelikli düşünce platformlarından biri olan (övünmek gibi olmasın , zaman zaman benim de yazılarımın çıktığı!) www.derindusunce.org ‘daki sinema eleştirileri, düşünce ve tasavvuf yazılarından tanıyorum. Gülşen, Gelibolu’yu Anlamak sitesi için Birinci Dünya Savaşı ağırlıkta olmak üzere savaş filmlerini değerlendirecek. Sinema yazılarını büyük bir beğeniyle okuyacağınıza eminim. Bu vesileyle Enver Gülşen ile “Savaş ve Sinema” konulu bir söyleşi yaptık. Gülşen “ benim açımdan önemli olan şey, o filmin tarihi nasıl anlattığı, ya da belgeselci bir üslupla tarihi doğru ele alıp almadığı değil, anlattığı insanlık durumunun bugüne nasıl taşındığıdır. Çünkü bugüne taşınmayan ve bugünde bir anlam taşımayan hiçbir filmin kalıcı olabileceğini düşünmüyorum.” diyor. Yönetmenin savaş karşıtı ya da savaş taraftarı duruşa angaje olmasının filmin sanatsal değerini düşürdüğünün altını çiziyor. Terence Mallick, Oliver Stone, Tarkovski, Spielberg, David Lean, Coppola vs. gibi bir çok ünlü yönetmenin çektiği savaş filmleri hakkında bazı önemli noktaları bizlerle paylaşıyor. Enver Gülşen’in önümüzdeki günlerde bizlere değerlendireceği ilk film ise , Birinci Dünya Savaşı konulu filmlerin klasiklerinden sayılan yönetmenliğini J. Renoir’in yaptığı 1937 yapımı “Büyük Aldanış” olacak.