İnsan, kendi kitabını nasıl değerlendirebilir inanın bilmiyorum. Böyle bir yazı belki de ilk olacaktır diye düşünüyorum. Kitabımın değerlendirmesine geçmeden önce bazı noktalara açıklık getirmekte fayda görüyorum.
1- Ben bir tarihçi değilim. Hiçbir yerde(konferans/tv/radyo vb) altını çizerek tarihçi olmadığımı ifade ettim. Bir kez de bu sitede ifade etmek isterim.
2- Milletlerin tarihinde hep zaferler ya da hep yenilgiler yoktur. Ancak zaferler kuru kuruya övünme, gururlanma sebebi olmak yerine, zaferin hangi şartlarda nasıl elde edildiği irdelenirken, yenilgilerden de ders çıkarılmalıdır. Buna iki basit örnek verecek olursak İstanbul’un Fethi çok büyük bir zaferdir. Ancak bu zaferi şimdi basit temsillerle her zamanki alışkanlıkla kutlamak da zafere hiç yakışmamaktadır. Tam aksine Fatih’i fethe götüren sebepler ve fethin alt yapısının nasıl hazırlandığı irdelenmesi gerekirdi. Bu konuya çok az değinilmektedir. Sarıkamış’ın bir hezimet olduğu ve tek bir kurşun atılmadan kazanıldığı yönünde yapılan tekrarlar yerine, o zamanki ulaşım ağının, alt yapının ne denli önemli olduğu vurgulanmalı, bundan hareketle yurdun her yanını hızlı tren ağlarıyla örebilmeliydik… İşte bu yüzden Çanakkale Zaferi çok önemlidir. Ancak savaş yıllarını anlatırken gereksiz yere abartılar yapmaktayız. Bu abartılar nelerdir; şehit sayısı 253.000, nasıl ki Sarıkamış’ta 90.000 sayısı artık klişe haline gelmişse Çanakkale’de de bu rakamı bütün çabalarımıza rağmen 57-60.000’lere indiremedik. Toplam kaybı hep şehit olarak kabul ediyoruz. Çanakkale’de yiyecek ve giyecek sıkıntısı çekilmemiştir. Ayrıca mühimmat eksiliği olmuşsa da bu hiçbir zaman bitme noktasına gelmemiştir. Üstelik son zamanlarda III. Kolordu’nun seferberliğinin sevk idaresinin gayet başarılı olduğu, askerin eğitimli olduğu, başlarda yarımadayı çok iyi savunma planlarının bulunduğu belirtilmektedir, muharebe etkinliğinin de yüksek olduğu vurgulanır. Edward J. Erickson, 1. Dünya Savaşında Osmanlı Ordusu, Türkiye İş Bankası, 2009, s 1-102.
Romanda elbette yazarlar kendi kurguları dahilinde olaylar ve şartlar ve kişiler hakkında bir takım değişiklikler yaparak, onları kitaplarında inceleyebilmektedir. Romanda mayınların döşenmesini bir görülen rüyaya bağlayabilirsiniz ama bunu bir makalede, bilimsel yazıda yazmak doğru ve objektif bir bakış açısı olmamaktadır. Konular bir belgeselde, bir makalede ele alındığında, tarihi gerçeklere, sağlam kaynaklara göre irdelenmelidir. Mutlaka bir kaynağa dayandırılmalıdır.
90-100 yıl öncesinde gelişen olaylar şimdi sahip olduğumuz dini, milli, siyasi, ekonomik, vb görüşlerle bakarak yorumlanmaktadır. Ancak en iyi yol, o günün şartlarına göre inceleyerek tarafsız olmaktır. Olaylar, okuyucunun önüne adeta bir fotoğraf yalınlığı ile sunulmalıdır.
3- Gelibolulu olmak, o topraklarda büyümek benim için çok ama çok önemli. Bu yüzden Çanakkale’yi uzun yıllardan beri incelemeye gayret ediyorum. Araştırma burada çok iddialı olacağı için onu özellikle kullanmadım. Hepimiz biliyoruz ki İngiltere’de, Avustralya’da Yeni Zelanda’da Çanakkale ile ilgili yazılan kitaplar, çekilen filmler ve belgeseller bizden kat kat fazla. İşte bu alandaki kısırlık beni yazmaya itti.
4- Kitaplarım tarihsel roman diye nitelendirilmektedir. Ancak ben bu tanımlamayı da iddialı bulmaktayım. Salt roman diye tabir ettiğimiz insanı merkeze alan, insanı anlatan, onun his ve düşünce dünyasını tanımlayan romanlardan ziyade daha çok olayların anlatıldığı, bu olaylar etrafında bazen gerçek bazen kurgulanmış kahramanların izinden okuyucuya dolaylı olarak bilgi vermeyi amaçladığım kitaplardır. Bu yüzden kendi kitaplarımı ne roman ne de tarihsel roman kategorisine koymaktan ziyade başka bir türün olduğu kitaplar diye nitelendiriyorum. Belki panoramik roman denilebilir. Ya da askeri edebiyat, askeri roman olarak tanımlanabilir. Kaldı ki bu kitapların ne olduğuna karar verecek de elbette ki edebi çevreler ile okuyuculardır.
5- Romanların yazılımından önce mutlaka yoğun bir araştırma süreci geçirmekteyim. Konuyla ilgili taradığım kaynaklardan ilgi çekici öyküleri, bilgileri derleyerek onları kendi kurgumla harmanlıyorum. Bu yüzden kitaplarımın arkasında mutlaka yararlandığım kaynaklar bulunmaktadır. Kitabıma ön söz, son söz ve yararlanılan kaynakları da eklemekteyim. Böylece okuyucu bir roman okuduğunu sanırken, o döneme ait olayları kişileri, bilgileri, yazışmaları mektupları a okuyup olay hakkında genel bir bilgi sahibi olmaktadır.
6- Amaç, unutulan, unutulmaya yüz tutmuş olayları gerçekliğine gölge düşürmeden, abartmadan okuyucuya anlatabilmek ve okuyucuya hatırlatma yapabilmektir. Bu konuda bazı ilk romanları/konuları yazmak da bana kısmet olmuştur; Sarıkamış-Beyaz Hüzün, Medine Müdafaası, Safiye Hüseyin, 57. Alay Galiçya vb…
7- Bu kitapların ikinci bir mesai yapılarak, sosyal hayattan fedakârlık edilerek yazıldığının bilinmesi gerekir. Ancak yazma tutkusu birçok yorgunluğu silebilmektedir. Hele okuyucuların telefonları, mailleri ve destekleri bana güç vermektedir. Ancak şunu da açık yüreklilik ile ifade etmek gerekir ki, okuyucu bu kitapların yazarının bir alaylı olduğunu bilmelidir. Mühendislik misyonu ve düşüncesi ile aldığım eğitimin, akademik çalışmada bulunmanın faydasını araştırırken ve yazarken gördüğümü ifade etmeliyim.
8- Yazarken her tülü eleştiriye açık olduğumu, eksikliklerimin olduğunu belirtmek isterim. Ancak her yeni kitabımda daha iyi yazmak istesem de her şey istediğiniz gibi olamamaktadır. Bunu da okuyucunun dikkatine sunarım.
9- Kitaplarımda çok sayıda alıntı yapmak, o döneme ait çarpıcılık ve bilgilendirme oluşturması içindir. Sarıkamış’ta askerimizin ne denli donanımsız olduğunu anlatsanız da, bir kaynaktan alıntıladığınız bir yazı kadar vurgulayıcı olmamaktadır. Alıntı yapılırken de bunu özellikle dipnotlarla ve yararlanılan kaynaklarla da belirtmekteyim… Bu konuda özellikle titizlik gösterdiğimi belirtmek istiyorum.
Şimdi bu uzun girizgâhtan sonra gelelim “Çanakkale’ye Gidenler” kitabımıza…
1-Kitabın Özeti:
Kitap, 3 Kasım 1914 tarihindeki boğaza ilk saldırından birkaç gün önceki zaman dilimiyle başlar. İmroz Adasına demirlemiş olan Agamemnon Zırhlısındaki askerlerin en büyük merakı İlyada Destanı’nı okumaktır. Boğaza saldırı için hazırlık yapan askerler arasında, konusu Sestos ve Abydos arasında geçen Leandros ile Hero’nun arasında yaşandığı varsayılan buruk bir aşk hikayesi anlatılıp okunmaktadır.
Deniz eri Leslie, İngiltere’deki Times Nehri’nin çalıştığı barların birinde kavgaya karışır. Başı derde girer. O sırada donanmadan yapılan çağrıya uyarak donanmaya katılır. Uzun bir yolculuk sürecinden sonra İmroz Adası’na gelerek demirler. Leslie bu antik dönemde birçok efsanenin geçtiği topraklarda bulunmaktan memnundur. Kahraman olacaktır. Hele bir süre sonra saldıracağı Türkleri çok küçümsemektedir. Arkadaşının doğuya ait gizemden bahsetmesine aldırmaz. Kendisine ve donanmaya çok güvenmektedir. Arkadaşının ise bazı endişeleri vardır. Ama Leslie onun endişelerini katılmaz.
3 Kasım 1914 tarihinde Seddülbahir Kalesi’nde nöbette olan Edirneli er Hüseyin Sami uzaktan gemileri fark eder. Haber vermek için içeriye koşar ama o esnada kale bombardımana tutulur. İsabet alan cephaneliğin infilakıyla başta Edirneli er Hüseyin Sami olmak üzere altmış altı er ve kalede görev yapan beş subay ilk şehitler anlatılır. Saldırı anının o dehşetli dakikaları ayrıntılı bir şekilde betimlenir.
İstanbul’da ise kışın habercisi soğuk havalar hüküm sürürken, Doktor adayı Mehmet Nazif o gün ders çıkışında karşıdaki Deli Kemal’in evine buluşmaya gitmektedir. Yol boyunca savaşın pek yakında çıkacak olması onu derinden etkilemektedir. Boğazda balıkçılık yapan ve bekar olan Deli Kemal’in evinde toplanacaklardır. Aslında Yenikapı’da pansiyon işletmekte olan Eleni’nin yerinde toplanmaktadırlar ama bu kez Üsteğmen Halit Mustafa için Deli Kemal’in evinde buluşmak üzere sözleşirler. Toplantıya epeydir görmedikleri Kanal’a savaşmaya gitmiş ama yaralanıp İstanbul’a gelmiş olan Üsteğmen Halit Mustafa da katılacaktır. Ayrıca Teşrifat-ı Salacak Camiinde görevli olan Hasan Hoca, Edebiyatçı Sabri, iyi tanbur çalan ve gayrımüslim Hıristo, Mülkiyeli Ragıp da gelecektir. Evdeki arkadaşlar Üsteğmen Halit Mustafa’ya hayranlık duyarlar. Ondan başından geçmesini isterler. Halit Mustafa Kanal’a gidinceye dek neler yaşadığını tarihsel olayları ve mekânları vererek anlatır.
O sıralarda İstanbul’da yaşananlar irdelenir. İngiliz Ordusunun Cadde-i Kebir’den geçişini daha iyi görmek isteyenler otellerin evlerin ön odalarını kiralamaktadır. Donanmanın kaç günde İstanbul’a geleceğine dair bahis oynayanlar çıkar. Azınlıklar İtilaf Devletlerine ait bayrakları kapılarına asmışlardır. Ümitle beklemektedirler. Bu arada Alman subaylar Galata, Bayazıt ve Yıldız’da sıklıkla görülmektedir. Devlet dairelerinde ve kışlalarda büyük bir hareketlilik vardır.
Bu durumdan pansiyon işleten Eleni endişelenir. Savaş esnasında kendilerine bir zarar geleceğine inanmaktadır. Onu Hıristo teselli eder. Kendi Türklere güvenir. Zira babasını Türkler bir kavgada kollamış, ondan yana olmuşlardır. Yaralanan babası ölürken, Hıristo’ya Türklerden asla ayrılmamasını vasiyet eder. Hıristo bu yüzden Türklere minnet duyguları ile doludur. Ayrıca Pansiyoncu Eleni’nin kocası da Osmanlı Ordusunda doktorluk yapan bir subaydır.
Sürüp giden sohbetlerde siyasi, iktisadi ve kültürel konular konuşurken sık sık da savaşın çok yakında çıkacağı görüşü hâkimdir. Bu toplantıların birinde İttihat ve Terakki Partisi’ne yakınlığı ile bilinen Edebiyatçı Sabri, Hıristo’ya çıkışır. Ondan şüphelenir. Ona kızar.
14 Kasım 1914 tarihinde Fatih Camii’nde Cihad ilan edilir. Büyük bir kalabalık toplanır. Edebiyatçı Sabri, birçok gencin bu toplantıya gelmesine ön ayak olur. Fetvanın okunmasından sonra gençler Beyoğlu’na çıkıp gayrımüslimlerin dükkânlarını yakıp yakmak ister. Ancak onların bu öfkesine Edebiyatçı Sabri karşı çıkar. Onları engeller. Öfkelerini yatıştırır.
Bu arada gönüllü yazılmak için Harbiye Nezareti’ne gelen Celal İbrahim ne annesine ne de hocalarına ne de arkadaşlarına haber vermiştir. Kendisi cepheye giden ilk gönüllü olmak istemektedir. Sınıfın da en çalışkan öğrencisidir. Ancak kendisine beklemesi salık verilir. Henüz daha gönüllüler cepheye alınmamaktadır.
25 Kasım 1914’de İtilaf Devletlerinin Savaş Konseyi tarafından alınan kararlar ve planlar kitapta yerini bulur. Yazar daha sonra 13 Aralık 1914 tarihinde Mesudiye Zırhlısının batırılışını anlatır.
Mülkiyeli Ragıp Almanya’da Berlin Hukuk Fakültesi’nin Uluslararası İlişkiler Bölümünü bitirmiş ve yurda dönmüştür. Babası Almanlara hayrandır. Savaşın onlarla kazanılacağını düşünmektedir. Oğluna iyi bir gelecek sağlamak için de Almanlarla iyi ilişkiler kurmak ister. Evde davetler verir. Davetlerde oğlu Ragıp Tercümanlık yapar. Ancak bu durum Ragıp’ın hiç hoşuna gitmez. Hatta babasının kendisini Alman 2. sefirinin kızı ile evlenmek istemesine bile karşı çıkmaktadır. Ragıp Almanların niyetini sezmekte, onları iyi tanımakta ve onlara güvenilmeyeceği bilmektedir.
Rus Elçisi Giers’in bir ajanı olan ve İstanbul’da karışıklık çıkarmak ve çeteler kurmak için çalışan Drazdov, Hıristo’ya Türklerle beraber olduğu için kızmakta zaman zaman onu tehdit etmektedir. Zira Hıristo’nun bir grup Türk genci ile beraber sohbet ettiğini onlarla iyi ilişkiler içerisinde olduğunu bilir. Ondan yararlanmak ister. Ama Hıristo Drazdov’dan çekinmekte ve uzak durmaktadır. Hıristo da bir yandan babasını kimin öldürdüğünü araştırmaktadır.
Yaraları iyileşmekte olan Halit Mustafa Harbiye Nezareti’ne gider. Hocası olan Şefik Bey’den Çanakkale’ye gitmesi için yardımcı olmasını ister. Şefik Bey bunun şimdilik mümkün olamayacağını, Edirne’ye Bulgar Sınırına gitmesi için yardımcı olacağını söyler. Oradan da Çanakkale’ye geçebilirsin der. Halit Mustafa ise intikam peşindedir. Kanal’da şehit edilen arkadaşının öcünü almak istemekte, onun vuruluşunda kendisinin de kusuru olduğunu düşünmektedir. Halit Mustafa Drazdov tarafından takip edilir.
Hasan Hoca Cihad ilanını sevinçle karşılamıştır. Vaazlarında gençleri cepheye gitmek için teşvik etmekte bu konuda ateşli konuşmalar yapmaktadır. Gördüğü bir rüya üzerine Çanakkale’ye gitmek emelindedir. Ancak bunu karısına nasıl söyleyeceğini bilememektedir. Çoluğunu çocuğunu düşünmektedir.
Halit Mustafa Edirne’ye gider. Sınırdaki bir birlikte görevine başlar. Bir gün keşifte donmakta olan Bulgar askerlerini takımıyla bulup kışlaya getirir. Drazdov ise Halit Mustafa hakkında bilgi edinemediği hatta öldüremediği için Rus Sefir tarafından azarlanır. Karışıklık çıkarması için her şeyi yapmasını ister.
Bu arada Edirne’ye giden Halit Mustafa nereye gittiğini Deli kemal’e söyler. Sonradan haberleri olan arkadaşları ise şaşkındır. Onun bu aceleciliğini konuşurlar.
28 Ocak 1915’te Churchill’in donanmanın gücüne güvenen ve Türkleri küçümseyen konuşması yer alır. Saphire Denizaltısı’nın ele geçirilişi anlatılır.
İstanbul Sirkeci Garı’nda uzun zamandan beri bekleyen bir tren Drazdov’un dikkatini çeker. Bu trenin içinde cephane olduğundan şüphelenmektedir. Neler olup bittiğini öğrenmek ister. Trene makinist kılığında girer ama bir şey öğrenemez. Nöbetçilerin elinden de zor kurtulur.
Beykoz civarında dikiş makinesi satıcısı kılığında casusluk yapan biri yakalanır. Üzerinde askeri alanların krokisi çıkar. Karadeniz Tabyasından görev yapan Kilitbahirli Üsteğmen Hasan Hulusi yakalanan casusu sorgular. Bazı papazlar araya girerek bu şahsın serbest kalmasını rica ederler. Hasan Hulusi ricalara aldırmaz.
Çanakkale Müstahkem Mevkii Komutanı Albay Cevat Bey boğazı nasıl tahkim edeceğini tasarlar. Mayın hatları artmıştır. Ama kendisini boğazın girişindeki geniş bir manevra imkânı sunan bölge düşündürmektedir. Buraya bir çözüm bulmak ister.
Mehmet Nazif Tıp Fakültesinden mezun olmasına yarım dönem kalmışken erken mezun edilir. Tayini Çanakkale’deki merkez hastanesine çıkar. Bu tayini annesine nasıl söyleyeceğini düşünen Mehmet Nazif’in babası savaşta aldığı bir yaradan dolayı bakımsızlıktan ve fakirlikten dolayı ölmüştür. Arkadaşlarına veda etmek için toplanıldığında Edebiyatçı Sabri de Çanakkale’ye geleceğini ama şimdilik burada işleri olduğunu belirtir. Mülkiyeli Ragıp da bir gece gizlice evden çıkar ve Çanakkale’ye gitmek için müracaat eder. Annesi ve babasına neden bu kararı aldığını anlatan bir mektup yazıp bırakır. Zira babasının kendini asla cepheye göndermek istemediğini iyi bilmektedir.
Çanakkale’de ise 19 Şubat ve 25 Şubat saldırıları yapılır. Bu saldırılar gerçeğe yakın bir şekilde yazar tarafından okuyucuya aktarılır. Bu saldırılarda İngiliz Deniz eri Leslie Türklerin nasıl canla başla karşı koyduğunu görür. Onlar hakkındaki düşünceleri ise değişmemiştir. Zaferin er geç kendilerinin olacağı inancı tamdır. 3 Mart 1915’te Cevat Beyin askerlerine olan bildirgesi ile 4 Mart 1915 tarihinde Seddülbahir’e çıkarma yapan askerler karşı büyük kahramanlık gösteren Mehmet Çavuş ve arkadaşları anlatılır. 7/8 Mart 1915 gecesi Nusrat’ın Karanlık Liman’a kıyıya paralel mayın dökmesi heyecanlı bir şekilde tasvir edilir. Cevat Paşa bir rüyasından dolayı buraya kalan mayınların dökülmesini ister. Yüzbaşı Hakkı Efendi, Binbaşı Nazmi Bey ve Alman mayın uzmanı Geehl’in bu görevi yerine getirir.
Hasan Hoca Çanakkale’ye gitmek istediğini karısına söyler o da anlayışla karşılar. Hasan Hocanın müracaatına olumlu cevap verilir. Tabur imamı olarak görevlendirilecektir.
O güne gelinir. O mahşer gününe, yani 18 Mart 1915 tarihine… O gün neler olup bittiği bütün ayrıntıları ile anlatılır. Gerek Seyid Onbaşı’nın, gerekse de Dardanos Tabyası’na atanan Üsteğmen Hasan Hulusi’nin kahramanlıkları büyük heyecan ve canlı anlatımla satırlarda hayat bulur.
19 Mart 1915 sonrasında Leslie yaşadıklarından dolayı şaşkındır. Koca filo yenilmiştir. Ailesine mektup yazar. Mektuplarında gerçeklere yer vermez. Ancak Türkler hakkındaki düşünceleri değişmeye başlamış ve savaşı sorgular hale gelmiştir. Dardanos Tabyası’nın adı Hasan-Mevsuf olarak değiştirilir.
27 Mart 1915’te Kral Fuad’ın itilaf Komutanlarına verdiği yemek kitapta konu edinilir.
Deli Kemal ise Üsteğmen Cemil Bey ile boğazda Rusların döktüğü mayınları toplamak için takası ile görev alır. Bu görev esnasında erlerden bazıları şehit olur. Görev başarıyla tamamlanır. Daha sonra toplanan bu mayınların Çanakkale’ye götürülmesi gerekir. Zira denizaltılar askeri gemileri vurmaktadır. Balıkçı teknesiyle mayınlar götürülecektir. Bu görev de Üsteğmen Cemil’e verilir. O da Deli Kemal’den Çanakkale’ye gelmesini rica eder. Bir süre sonra yola çıkarlar. Yolda Deli Kemal kendi hayat hikâyesini anlatır. Üsteğmen ile kardeş gibi olurlar… Çanakkale’ye geldiklerinde hastanede görev yapan Mehmet Nazif’i Deli Kemal ziyaret eder. Annesinden iyi haberler verir.
Halit Mustafa sınırdaki görevinden alınır, buradaki birlikler Çanakkale’ye yollanır. Askerin Edirne’den Gelibolu’yu dek yürümesi, geçtiği güzergâhlar o günün gerçekleri içinde doğruya yakın bir şekilde anlatılır. Halit Mustafa birliği ile Seddülbahir Mıntıkasında görevlendirilir. Kıyıyı tahkim etmek için erleri ile canla başla çalışır.
Mülkiyeli Ragıp ise Almanca bildiği için 3. Tümen Komutanı Nicolay’a tercüman olarak atanır. Nikolay Türkleri küçümsemektedir. Ragıp onunla sık sık tartışır. Edebiyatçı Sabri ise etrafına topladığı gençleri teşkilatlandırmaktadır. İşlerin yoluna girdiğini düşünür. O da bir gece trene binerek Çanakkale’ye gönüllü gider. Onu istasyondan uğurlamaya gelen biri vardır. O da Hıristo’dur. Sabri değişik düşüncelere kapılır. Onun hakkında yanlış düşündüğünü anlamaya başlamıştır.
Bu arada 12 Nisan 1915’te İmroz‘da İngilizler uçak pisti yaparlar. 17 Nisan’da E-15 denizaltısı batırılır. Her iki taraf da kara savaşına hazırlanmaktadır. Kıyıdaki Binbaşı Halis Bey gözetleme balonunu dikkatle izler. Ancak bugün de saldırı olmamıştır. Halis bey ne zaman gelirseniz buradayız der ve kitabın sonuna gelir. 24 Nisan gecesi artık İtilaf Devletleri karaya çıkmak için adalara doğru ilerler.
2- Kitabın Kahramanları:
Mehmet Nazif: Son sınıf tıbbiye öğrencisidir. Annesi ile birlikte yaşamaktadır. Babası daha önce 93 Harbi’nde yaralanmış ve bakımsızlıktan fakirlikten vereme yakalanarak vefat etmiştir. Kendisi dahiliye mütehassısı olmak istemektedir. Ancak cerraha ihtiyaç olduğundan bu dalı seçer. Okulu bitirmesine yarım dönem kalmışken Çanakkale Merkez hastanesinde görev verilir. Mehmet Nazif çok duygusal ve hassas bir yapıya sahiptir. Yine de annesinden ayrılırken onu üzmemek için metin görünür. Onu teselli eder.
Hastanede görev yaparken 18 Mart 1915 saldırısından sonra gelen yararlılara özveri ile hizmet verir. Ancak savaşın yıkımını yakından görür. Savaşın bir millet için felaket olacağını düşünür. Ancak yapacak başka bir şey olmadığını bilir. İşine dört elle sarılır. İstanbul’da kalan annesini merak eder. Ancak annesine Hıristo her gün uğrayıp bir ihtiyacı olup olmadığını sorar.
Yazar bu kahramanıyla adeta Çanakkale’ye giden orada görev yapan, özveriyle çalışan doktorların başından geçenleri anlatmak için seçmiş gibidir.
Halit Mustafa: Kanal Cephesi’ne gitmiş ancak muharebelerin başında yaralanmıştır. Orada subay arkadaşı şehit olmuştur. Onun vuruluşunu unutamamakta ve kendini kusurlu bulmaktadır. İstanbul’daki Tuzla Kışlasına gelir. Bu arada yarası geçmek üzeredir. Kendisi tam bir askerdir. Soğukkanlıdır. Duygularını kontrol altına alabilmektedir. Savaş hazırlıkları sürüp giderken kışlada oturamayacağını bilmektedir. Daha aktif görev talebinde bulunur. Aklında ise hep İngilizlere karşı savaşma ve arkadaşının öcünü alma isteği vardır. İlk önce Edirne’de Bulgar sınırına gider oradan da Çanakkale’ye gelir. Birliği ile hazırlıklarda bizzat bulunması, erleriyle yakından ilgilenir. Onların morallerini yüksek tutması için çabalar.
Bu kahraman ile Türk subayının örnek bir tipi temsil edilmiştir.
Mülikiyeli Ragıp: Berlin Hukuk Fakültesi’nin Uluslararası İlişkiler Bölümü bitirmiştir. Almanya’da okumasına rağmen kendi milletine ve devletine inanmakta, bu yüzden de her türlü çözümün bulunabileceğine inanmaktadır. İmparatorluğun problemlerini ve çözümlerini bilmektedir. Uzun yıllar Almanya’da yaşamış olmasına rağmen kendi öz kültüründen kopmamıştır. Almanların savaşta Osmanlı’yı kullandığına inanır… Avrupa’nın teknik bakımdan ilerlemesini takdir ederken bu tekniğin kendi öz değerleriyle çok daha ileri seviyelere ulaşabileceğini düşünmektedir.
Mülkiyeli Ragıp Osmanlı Devletinin eskiden olduğu gibi kendi ayakları üzerinde duran, özgür, olaylara ve tarihe yöne vermek isteyen bir devlet halini özler. Bunun için de kendi payına ne düşüyorsa yapmaktan çekinmez ve nitekim babasının istememesine karşı Çanakkale’de savaşması gerektiğini düşünür, annesinden basından habersiz cepheye gider. Bu noktada, Ragıp yazdığı mektubun olayları ne denli kavradığının göstermesi açısından önemlidir:
“ ….
Biliyorum ki böyle bir ayrılığa sizler hazır değilsiniz… Kendi hayatımdaki tasarruflarınızı iyi bildiğimden dolayı bu yolu seçmiş bulunuyorum. Bir nebze olsun haklı olduğumu düşünmenizi isterim… Ben de sizi haklı bulmaktayım. Lakin kaderimiz bize başka şartlar altında hayat hakkı tanısa idi, sizin ideallerinize, sırf sizi kırmamak için katlanırdım. Ama hayat hakkımızın düşmanlar tarafından gasp edilmeye çalışıldığı bu meş’um günlerde kendi istikbalimi düşünmek bencilliğini vicdanıma göremedim. Sizin de görmemenizi dilerdim.
Lütfen meyus olmayınız. Bir ömür boyu vicdanımın suçlayan sesini dinlemektense, mukadderatımda varsa vicdanım rahat, ölümü kucaklamak isterim… Yıllardır kalem tutan ellerimle atık silah tutmak ve düşmana karşı göğsümü siper etmek için gönüllü yazılmak istiyorum… Şunu biliniz ki, üzerine titrediğiniz bu evladınız ölüm karşısında asla titremeyecektir. Evladınız için dua ediniz. Bu meyanda mübarek ellerinizden öper, ahiret hayatım için helallik ister ve beklerim, s117”
Hasan Hoca: Üsküdar’daki Teşrifat-ı Salacak camiinin imamıdır. Çevresindeki ve cemaatteki gençlere, gaziliğin ve şehitliğin ne denli önemli olduğunu anlatmaktadır. Onu dinleyen gençler zamanla cepheye gönüllü yazılır. Ancak Hasan Hoca kendisinin de cepheye gitmesi gerektiğini düşünür. Aklına cepheye yolladığı gençler gelir. Cemaata söylediklerini kendi şahsı da gerçekleştirmeli ve bu konuda örnek olmalıdır.
II. Abdülhamit’i sevmekte ve onun tahttan zorla indirildiğini düşünmektedir. İttihat ve Terakki’ye pek inanmaz. Ama ilan edilen Cihad Fetvası’nın gereğini de yapmalıdır. Çanakkale’ye gitme kararını eşine nasıl açıklayacağını bilemez. Bir gece cesaret ederek durumu karısına açar, o da hocanın cepheye gönüllü gitmesini ister. Çoluğuna çocuğuna dikiş dikerek bakabileceğini söyler.
Hasan Hoca cepheye giderse askerin moralini yüksek tutmak için çabalayacağını şehitliğin nedenli önemli olduğunu vurgulamak istemektedir. Bir süre sonra da tabur imamı olarak askere çağrılır.
Edebiyatçı Sabri: Etrafında ve çevresindekilere ışık tutmaya çalışan, her şeyin bir olgunluk saatini kollayan, düşünmeden harekete geçmeyen, her şeyi hesaplayan bir karakterdir. İttihat Terakki ile olan yakınlığı nedeniyle bazı örgütlemelerde yer alır. Şüphecidir. Gayrımüslim Hıristo’dan dahi zaman zaman kuşku duymaktadır. Yabancı devletlerin İstanbul’daki kurdurduğu çetelere karşı mutlaka çete ile cevap verilmesi düşüncesindedir. Lider bir insandır. Olayları ve insanları kolayca yönlendirebilmektedir. Çanakkale Cephesi’ne gitmeyi çok istemesine rağmen İstanbul’daki teşkilatlanma görevini henüz bitiremediği ve yoluna koyamadığı için bu gidişini ertelemektedir.
Öfkeli gençlerin Galata’ya gidip taşkınlık yapmak isteyen gençleri şu sözlerle yatıştırması karakterini yansıtmaktadır:
“Arkadaşlar! Evet hepimizin bağrı yanıyor Kızgınız Öfkeliyiz! Yaralıyız. Ama zaman öfkemizi ve kızgınlığımızı burada özelikle Galata’da göstermeye uygun değildir. Kendimize hakim olmalıyız. Muhtemel bir taşkınlık biz haklı davamızda haksız duruma düşürür. Tepimiz burada gösterdik. Bunun başka semtlere taşımasak iyi olur. Günü gelince hepimiz cepheye savaşa gideceğiz. İşte o an öfkemizi koy verme zamanı gelecektir. Şimdi özellikle soğukkanlı olmak zamanıdır. Lütfen geri dönünüz!, s 205.”
Deli Kemal: Çocukluğundan beri çok zor şartlarda büyümüştür. Kimi kimsesi yoktur. Komşuları Batumlu Yunus Kaptan’ın balık etmesiyle kaptanlığı dolayısıyla denizciliği öğrenir. Oldukça cesur ve gözü pektir.
Üsteğmen Cemil ile boğazdaki Rus mayınlarını toplar. Daha sonra da toplanan mayınları Çanakkale’ye götürme işini teklif eden Üsteğmen Cemil’in teklifini hiç düşünmeden kabul eder Çanakkale’ye vardığından İstanbul’a dönmez. Orada daha çok işe yarayacağına inanmaktadır. Öyle ki, Türklerin boğazdan asker geçirmek için ne denli taşıt sıkıntısı çektiğini görür. Bu arada Çanakkale Merkez Hastanesi’nde görev yapan Mehmet Nazif’ in yanına gider. Annesinden haberler verir. Bir süre sonra takası ile boğazda asker taşımaya başlar.
Hıristo: Rum olmasına rağmen Türklerle sıkı dostluk kurmuştur. Eskiden babasının karıştığı bir kavgada babasına yardım eden Türklerden dolayı onları sevmektedir. İyi tanbur çalar. Kumkapı meyhanelerinde şarkı söyler. Memleketin söz konusu güç şartlarından dolayı Türklerin halini anlamaktadır. Hele onların bir bir cephe gidişlerinde, geride bıraktıklarına bakacağını, halini hatırını soracağını söylemesi onun ne denli Türklerden birisi olduğuna delâlet eder. Ancak aklında bir soru vardır; babasını kim öldürmüştür. Bunu zamanla Drazdov’un yaptığını anlayacaktır. Ondan intikam almak isterken kavgaya tutuşur. Dravdov’u öldürmesine rağmen o da aldığı yaradan çok yaşamaz.
Eleni: Yenikapı’da pansiyon işleten eşi Osmanlı Ordusu’nda askeri doktor olan bir Rum’dur. Gençler onun pansiyonunda toplanır ve konuşurlar. O da gençlere çay götürür. İmparatorluğun düştüğü durumdan endişelidir.
Drazdov: Rus Büyükelçisi Giers’in adamıdır. Görevi İstanbul’da karışıklık çıkartmaktır. Çeteler kurmaktır. Bunun için para ve adam ihtiyacı karşılanır. Hıristo’ya kızar. Kendi safında hareket etmeyip Türklerin tarafında olduğu için ona kin duymaktadır. Ama bir gün Hıristo’yla hesaplaşacağını düşünmekte ve planlamaktadır.
*
Kitap o zamanki tarihi şartlara ve çevreye uygun bir seyirde devam eder. Hele Çanakkale Muharebeleri’nde tarih olayların özetlenmesi, bu olayların kurgusal roman kahramanları nezdinde izlenmesi okuyucu için ilginç olabilir.
Geniş bir şahıs kadrosu bulunan kitap farklı anlayıştan, meslekten, fikirden olan gençlerin zamanla cepheye gitmelerini; yazar kötü günde, aradaki kırgınlıkları, farklılıkları unutarak asıl amaç etrafında toplanılmasını adeta resmetmiştir. Bütün imkânsızlıklara, yokluklara karşı büyük bir azim ve inançla mücadele etmenin gerekliliğinin altını da çizer.
Kitapta Türklerden olumsuz bir roman kahramanın olmaması dikkati çekerken, kitabın akıcılığı ve olayların gelişimi sırasında açıkçası bu konuda fazla önemli olmamaktadır.
Çanakkale’ye daha geniş bir açıdan bakmak ve dolaylı da olsa bilgi edinmek isteyenlerin ilgisini çekeceği bir kitap olarak nitelendirilebilir.
3- Kitap ile İlgili Bazı Notlar
1- Çanakkale’ye Gidenler kitabında yer yer yanlış ve sık kullanılan askerler, erler, nefer, subay erat vb dikkati çekmektedir.
Örnek; ……asker ve subayların en büyük merakı……, s13
……bu efsaneyi anlatan kitap sayfa sayfa parçalanıp askerler tarafından merakla okunuyordu. Efsaneyi okuyan askerler anlatılan savaşın büyüsüne.., s 13.
Askerler: Rütbeli, rütbesiz anlamında olup daha genel bir tanımlama içerir.
Erat: Rütbesiz erler topluluğu demektir.
Nefer/er: Rütbesiz tek bir şahsı belirtir.
Subay: Rütbeli asker anlamına gelir.
Erler: Rütbesiz, çoğul anlamındadır.
2- Kitapta sıklıkla olmasa da yer yer eski kelimelerin kullanıldığı görülmektedir. Bu zaman zaman okumayı yavaşlatmaktadır. Bu kelimelerin yerine yaşayan Türkçe kelimeler kullanılsaydı daha iyi olurdu. Bazı kelimelerin hatırlanması ve okuyucunu sözcük dağarcının genişletmesi açısından, bu tür kelimeler kullanması faydalı oluyorsa da, belirtildiği gibi okumayı yavaşlatmaktadır. Bu tür kitapların özellikle gençler tarafından okunduğu dikkate alınırsa, yaşayan Türkçe ile yazılması önemlidir.
Örnek;
Payitaht, s 25.
Tabip Namzeti Mehmet Nazif, s 26.
Muhakeme yapmak, s 26.
Mevta, s 26
Bilabedel, izdivaç, s 61.
Hudut, s 63.
Tasavvur, terakkisinden, ayan beyan, terennüm etmek, s 64.
Meş’um s 67.
Cebelleşmek, s 192.
3- Tekrarlar:
…….. hışımla yere iniyor yere yaklaştığında tekrar yükseliyordu… Yine epey yükselen……..s, 21.
………kendi ayakları üstünde durmak istiyordu. Vatan hudutları içinde kalıp ne yapabilecek ise onu yapmak istiyordu, s 63.
Bunun gibi tekrarlar kitapta bulunmaktadır. Bu da anlatımın akıcılığını bozmaktadır.
4- Kitapta Nusrat Mayın Gemisi Komutanı Tophaneli Yzb Hakkı Efendi (o zaman rütbelerde binbaşıya kadar efendi, binbaşıdan generale kadar olanlara bey, generallere de paşa denirdi) Hafız Hakkı olarak bahsedilmiş.
5- Kitapta sık sık bütün yerine tüm kelimesi kullanılmış. Halbuki bütün kelimesinin yazılması tercih edilseydi daha yerinde olurdu.
6- Kitapta yer yer eski evlerin ayrıntılı tasviri de yapılmış. O döneme uygun bir biçimde anlatılmış:
Örnek:
“………….
Mehmet Nazif’in içi burkuluyordu… Bir daha göremeyecekmiş gibi salondaki eşyalara dikkatlice baktı. Salona, duvardan duvara dolanan sedirlere, pencerelerin üstündeki sergenlere, ve üzerlerinde döküm döküm duran dantellere bakakaldı. Karşılıklı duvarlarda gömme dolaplar, bakır şöminenin üstünde ise bir davlumbaz yer alıyordu. İkinci kara çıkan merdiven korkulukları, yıldız biçimdeki tahta işlemeleriyle usta bir sanatkârın yorgun ellerinden çıkmış gibiydi. Salonun ortasında yer alan büyük bir havuz ve ortasındaki şadırvan, su sesinin duvarlarda yankılanmasına sebep oluyordu. Pencerenin önünde dıştan yine tahta korumalar ve tahta kepenkler, şöminenin üstündeki üç bölmede bakırdan bir mumluk vardı. Evin köşelerinde sergenlere yakın asılmış kilim işlemeli heybelerin içinde kurutulmuş çiçekler duruyordu, s 112.”
7- Kitapta gerek Karadenizli Kemal’in, gayrımüslim Hıristo’nun ve Eleni’nin konuşmaları şivelerine göre yazılmış. Bu kitaba anlatım, canlılık ve renk katarken, İstanbul Türkçesi ile yazılması daha iyi olurdu.
Örnek:
“……..
– Durun da. Hele bi oturun bagayım. Soluklanın. Gece yollar gadar uzun. Gene gonuşuruk. Ötekileri de beklayalum. Lüferleri hazırladum da…, s 30.”
*
……
– Henüz kimse gelmedi. Bu akşam erkencisin.
– Aman vre. Meyhanede kavga çıktı. Ben de aldım basımı buraya geldim.
– Asıl kavga yakında çıkazak.
– Ne kavgası Eleni?
– Hiçbir şeyden haberin yoktur?
– Yok vre.
– Duymorsun. Her yerde savaş konuşulur. Sense yok dersin. Osmanlı savaşa girecek. İşte o zaman yandık.
– Niçin yanalım Eleni?
– Biz Rumlar eskisi gibi rahat olmayız.
– Türklerden korkarsın? Yok vre. Boşunadır korkun. Sen gönlünü ferah tutasın Eleni. ……, s 41.”
8- Bazı kelimeler kitapta yanlış /eksik anlamda yazılmış:
Arttırmak, s 24= artırmak olacak.
“……can vermek isteyenlerin kuyruğu gün geçtikçe uzuyordu. Kuyruğu=sırası olmalıydı, s63.”
“…… soğuk hava kendisine gelmesine yardımcı oldu. Kendisine=kendine olmalıydı, s 65.”
“….. Eski direkler arasından geçerken……, Direklerarası yazılmalıydı, s 70.”
“….. birileri tarafından birilerine mutlaka ödeniyordu. Ödeniyordu= Ödetiliyordu olmalıydı, s 97.”
“ Mantalli= mantelli, s135.”
“ Boğaza diklemesine döşenmiş tam on adet mayın hattı vardı. Diklemesine= dik bir biçimde
“ Ateş emri gelmedikçe, s 188. Ateş emri verilmedikçe olmalıydı.
“ Yüzbaşı ağır bir şekilde yüzerken= yavaş olacaktı, s 200.”
“…… Yoğun bombardıman yüzünden= şiddetli olmalıydı.
9- Birçok Çanakkale kitabında görülen giyecek eksikliği ve çeşitli yokluklar bu kitapta yer almış. Ancak Çanakkale Muharebeleri sırasında cephenin ön kesimlerinde bazen yemek sıkıntısı çekilmişse de, bu durum çok uzun sürmemiştir. Çanakkale’de yiyecek sıkıntısı asla çekilmemiştir. Ayrıca giyecek konusunda Çanakkale’de çarıkla savaşan erlerin sayısı çok azdır. Hele pejmürde kılıklı erler(posterlerde olduğu gibi), bazı televizyon programlarında söylendiği gibi giyeceksiz er bulunmamaktadır. Giyecek ile ilgili kitapta şu tanımlamalar yapılmıştır:
“Halit Mustafa kıt’asındaki askerlere(erlere olmalıydı) bir göz attı. Şaşırdı… Askerlerin yarısı yalın ayaktı. Yarısı da çarıklıydı. Ancak birkaç askerin(erlerin olmalıydı), evet sadece birkaç askerin(erin olmalıydı) ayağında postal vardı. Çoğu bakımsız ve zayıftı. Elbiseleri hala yazlık mintanlardı. Askerlerin bu halini gören Halit Mustafa’nın şaşkınlıktan gözleri büyüdü…., s76.”
Genç subaylardan biri Balkan Harbi günlerini anlatır. Ve şöyle der:
“Ama yine bilin ki, yokluklar içinde olacağız. Durum ayan beyan ortada. Bizim gibi savaşmayı sanat haline getiren milletlerin ordusu için bu asla mazeret olmamalıdır…, s 77.
Balkan Harbi’nde de ne giyecek ne yiyecek ne de cephane sıkıntısı çekilmiştir. Bozgun olunca bütün bunlar elden çıkmış ve sıkıntı o zaman başlamıştır.
10- Almanlar
11- Bilgi
“Almanlar 1877 Rus Savaşında Ruslara, Osmanlıya saldırabilirsin dediler. Şimdi de müttefikimiz. Ordunun da 1908 den beri ıslahatını yapıyor, s 89.”
*
“…….
– Doğru dedi Ragıp… Almanlara sipariş ettiğimiz silahların parasını bile peşin verdik. Tam otuz beş milyon lira… Velhasılı kelam, Rusya savaşı boğazlar için çıkardı. Almanlar da cepheyi genişleterek savaş ateşinin kendilerini daha az yakmasını sağlamak için bizi de bir oldu bittiyle savaşa sürüklediler, s115 “
12- Dardanos Tabyası Komutanı Kilitbahirli Üsteğmen Hasan Hulusi’nin rütbesi Yüzbaşı olarak yazılmış, s105.
13- Kitapta Seddülbahir’de, 4 Mart 1915 tarihindeki çarpışmalardan önce şöyle bir konuşma var:
“………
Mehmet Çavuş kalenin duvarları arasından mermi yağdırırken, bir yandan da askerlere haykırıyordu:
– Tek bir mermi boşa gitmeyecek! Ona göre! Iskalamak yok! Remzi haydi atına atla. İlk önce Mahmut Sabri ondan sonra da Halil komutanıma durumu anlat., s 145.”
O tarihler de Binbaşı Mahmut Sabri orada bulunmuyordu. Bu mıntıka, Maydos Mıntıka Komutanı olarak görev yapan Yarbay Mustafa Kemal’e bağlıydı.
14- “……..
Bu konuyu düşünelim. Bir de Esat Beyin görüşünü soralım. O ne diyecek.
Geç gelip konuşmanın yarısında içeri giren III. Kolordu Komutanı Esat Bey de hiç düşünmeden Karanlık Liman dedi, s 154.”
18 Mart’tan önce Müstahkem Mevkii Komutanı Cevat Paşa, son rütbe indiriminden dolayı rütbesi generallikten albaylığa indirilmişti. Kendisine 18 Mart’tan sonra tekrar general rütbesi verildi(Paşa oldu). Ancak Esat Paşa, bey dolayısıyla Albay rütbesinde değildi. Bu yüzden Esat Bey yerine Esat Paşa denmesi daha doğruydu.
15- Menkıbeler, s163.
16- 7/8 Mart 1915 Gecesi Nusrat’ın mayınları döşerken Kaptan Yzb. Hakkı Efendi, İtilaf Kuvvetleri gemilerinin ışıldağına tutulduğu için heyecandan kalp krizi geçirir, s 171-173.
Pek çok kitapta; romanda ve araştırma kitabında dahi bu olay vurgulanır. Ancak Nusrat o gece düşman kuvvetlerince görülememiştir. Bahsedilen ışıldak karşılaşması da olmamıştır.
17- Türklerin hepsi iyi, s 201.
18- Mecidiye tabyasında kayıplar, s 216.
19- 19 Mart sonrasında; “….. Türklerin dayanma gücü, cephanesi bitmek üzereydi, s 234.”
Uzun menzilli top mermisi sıkıntısı vardı. Ancak kısa menzilli ve havan topu mermisi bakımından bir sıkıntı yoktu.
20- Kitabın 241. sayfasında Cevat Paşa konuşma yaptıktan sonra;
“……..
Ancak Cevat Paşa’nın sesi gittikçe titremeye başladı:
Bundan böyle Dardanos Tabyası yerine Hasan-Mevsuf Tabyası diyeceğiz.”
Tabya adının değiştirilmesi için Cevat Paşa, Başkomutanlığa teklifte bulunmuş bir süre sonra bu teklif uygun görülmüştür. Tabyanın adı daha sonraları değişmiştir. 19 Mart’tan hemen sonra değişiklik yapılmamıştır.
21- Doğu Kavramı, s 313.
22- Kitapta 3 Kasım 1914 tarihindeki boğaza yapılan ilk saldırıda beş subay ve altmış altı erin şehit olduğu belirtilmektedir, s 23. Ancak “İlk Şehitler” beş subay ve 81 er olmak üzere 86 kişidir.
23- Üsteğmen Cemil Bey denmiş, s 250. Halbuki doğru hitap Üsteğmen Cemil Efendi olacaktı.
NOT: Bu kitabımda olduğu gibi, diğer kitaplarımda da eksiklikler/hatalar/yanlışlar her yeni baskıda düzeltilmektedir. Bu bağlamda kitaplarım için eleştiride bulunmak isteyenler mail adresimden bana ulaşabilirler…
İsmail Bilgin
e-mail: ibilgin17 mynet.com