GELİBOLU’YU ANLAMAK

Çanakkale Şehitlerine Şiiri İçin Bir Tahlil Denemesi ( Eyyüp Bostancı )

 

 

 

Milletlerin hayatında derin izler bırakan doğal afet, savaş, göç yangın gibi hadiselerin olağanüstü özelliklerle anlatıldığı metin parçalarına destan denilmektedir. Türk tarihi gerçek anlamda bu şekilde destansı başarılarla doludur.

Şairlik, baytarlık, vekillik ve ilim adamlığı gibi pek çok vasıfla karşımıza çıkan vatan şairimiz Mehmet Akif (Ragıyf) Ersoy, Çanakkale Savaşı’nın o korkunç, kan donduran savaş sahnelerini ve Türk askerinin destansı mücadelesini yazdığı “Çanakkale Şehitlerine” şiiriyle ölümsüzleştirmiştir. Şair, şiire konu olan savaşla ilgili duygularını Safahat kitabının Asım bölümünde dile getirmiştir.   Burada dikkatimizi çeken nokta şudur: Mehmet Akif, bu şiiri Asım’ın bir parçası olarak yazmış ve ayrı bir manzume olarak ele almamıştır. Şiirin tahlilinde de dile getireceğimiz gibi şair bu yaklaşımıyla Türk askerinin o muhteşem mücadelesi üzerine destansı bir eser yazmanın mümkün olamayacağını düşünmüş olmalıdır. İstiklal Marşı’nı yazmak için yarışmanın kurallarını değiştiren ve bu marşı kendisinin olmadığı için Safahat’ına almayan şairden bu hassasiyeti beklememiz de gayet doğaldır. Bizler bu şiire Türk askerinin kahramanlığını gerçekten çok güzel bir şekilde dile getirdiği için “Çanakkale Şehitlerine” adını vererek manzumeyi zihnimize ve ruhumuza kazımışız.

Mesnevi nazım şekliyle ve aruz ölçüsüyle kaleme alınmış Çanakkale Şehitlerine şiirini tahlil etmek için şiiri dört bölüme ayırmayı daha uygun bulduk. Bölüm aralarını da mısra sayılarıyla belirledik.

Birinci bölümde Çanakkale Savaşı’nın özellikleri (1-39. mısralar); ikinci bölümde Türk askerinin kahramanlığı (40-62. mısralar); üçüncü bölümde Türk askerinin bu başarısına karşılık şairin şehitlerimizin hatırası için yapmak istedikleri (63-74. mısralar) ve son bölümde de Türk askerinin bu başarısının eşi benzeri olmayan bir durum olduğu (75-84. mısralar) ele alınmaya çalışılmıştır.

Çanakkale Şehitlerini Anma Programlarında ve çeşitli vesilelerle okunan bu manzumede neler anlatılmak istendiğini dilimizin döndüğü, kalemimizin yettiğince okurlarla paylaşmak için böyle bir tahlil denemesine başvurduk. Böylelikle şiirin  tahliliyle birlikte okunduğunda çok derin anlamlar taşıdığını ve Çanakkale Savaşı’nın neden bu kadar önemli bir yere sahip olduğunu daha iyi anlayacağımız umudunu taşımaktayım. “Niyet halis, amel halis, sonuç hayr olsun.”

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde-gösterdiği vahşetle ‘bu: bir Avrupalı’
Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,
Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer…
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…

 

Manzum hikâye türünün başarılı örneklerini veren Mehmet Akif, karşılıklı konuşmalar şeklinde eserlerini oluşturmuş bazen de karşısında birisi varmış ve onunla konuşuyormuş gibi bir üslup kullanmıştır. Bu şiirde de yine karşısında biri varmış gibi davranarak “Şu Boğaz harbi nedir?”sorusuyla savaşın büyüklüğüne ve önemine dikkat çekmiştir. Zira bu savaşa yaklaşık 450.000 ile 500.000 arasında bir katılımın olduğu düşünüldüğünde ufacık bir karaya bu kadar askerin savaşmak için gelmesi Çanakkale Savaşı’na dünyada eşine az rastlanır bir savaş olma hüviyetini kazandırır. Mehmet Akif, cevap beklemeden bir soru sorarak istifham sanatı yapmış ve sorduğu sorunun cevabını kendi vererek savaşın büyüklüğünü belirtmiştir. Şiirin devamındaki “ en kesif ordular”  ifadesine bakıldığında kesif, kelime anlamıyla; çok fazla, çok sık, sert anlamlarına gelmektedir. Savaşa katılan asker sayısıyla birlikte savaşta Türk askerinin kaybının ( şehit, yaralı, hasta, esir ve kaybolan) 250.000 olduğu ve bu savaşın İngilizlere 205.000, Fransızlara 47.000 kişiye mal olduğu gerçeği de bu ifadenin anlamını net bir şekilde karşımıza çıkarmaktadır. Yine “Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya” diyerek şairimiz düşman kuvvetlerinin donanma sayısı hakkında da bize bilgi verir. Kaynaklarda, bu savaşa düşmanın 18 zırhlı, 12 kruvazör, 17 muhrip, 12 denizaltı, 1 uçak gemisi, 36 mayın gemisi, 86 nakliye, 222 de çıkarma gemisi ile Boğaz’ı ele geçirmek istediği tarihe düşülmüştür.

Savaşın genel özelliğini anlatmak isteyen şairimiz, “Ne utanç verici bir birliktelik bir araya gelmedir ki ufuklar kapalı, nerde gösterdiği vahşetle bu bir Avrupalı” diyerek Türk askerinin karşısında sayıca çok üstün olan bir düşman ittifakından bahsediyor. Ve ufukların kapalı olmasını da düşman askerlerinin leş yemek için üşüşen akbabalar gibi çok olduğuna vurgu yapıyor. Yine ufukların kapalı olması pek gerçekleşmeyecek bir durumdur. Buradan her yeri bulutların kapladığı anlamı çıkmamaktadır. Sayıca üstünlük kastedilmektedir. Akif’in şiirlerinde benzer bir ifadeyi İstiklal marşında da görmekteyiz. “Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar” mısrasında da gökyüzünü kuşatan uçaklar akıllara gelmektedir.

Avrupa denilince medeniyet, gelişme, ilerleme düşünenlerin de uyanmasını isteyen Akif, Avrupalıların bu yaptığını bir vahşete benzetiyor. İstiklal Marşı’nda da “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” diyerek Avrupalının gerçek yüzünü göstermeye çalışmıştır. Avrupalı neden bir vahşet gerçekleştiriyordu? Zira görünen tarafı kadar görünmeyen tarafları daha fazla olan bu savaşla Rusya’ya yardım etmek bahanesiyle ticari anlamdaki kayıplarını da telafi etme çabaları söz konusuydu. Çünkü savaş dönemiydi ve Boğazlar Osmanlının denetiminde olduğu için ticari kayıpları oldukça fazlaydı. Yoksa Akif’in de dile getirdiği gibi ufacık bir kara parçası için bu kadar donanma ve asker getirmeye gerek yoktu. Avrupalı neden vahşet gerçekleştiriyordu? Zira kimi Hindu kimi yamyam olan Eski Dünya milletlerinden, güney yarımküreden; Türkler hakkında en ufak bir bilgiye bile sahip olmayan insanlara Türkleri barbar, insan yiyen bir kavim olarak anlatıyorlardı. Onları dünyanın kurtuluşu için mücadele etmeleri yalanına inandırmışlardı. Hani insanın bir amacı olur ve o amaç çevresinde çaba sarf eder ya Çanakkale’ye gelenler niçin geldiklerini bilmiyorlardı. Kimileri bir şişe viskiye ve bir köstekli saate ikna edilerek kimileri de “Sizi daha iyi yaşatmak için Fransa’ya götürüyoruz.“ yalanlarıyla kandırılarak getirilmişlerdi. Savaştaki taraflar birbirlerini bile tanımıyorlardı. Avustralya’dan, Yeni Zelanda’dan, Kanada’dan, Hindistan’dan renkleri, dilleri, çehreleri farklı milletler bir aradaydılar. Ama tek ortak noktaları vardı. Bir vahşeti gerçekleştirmek için buradaydılar. Bu vahşetin belgesi olarak Anzaklar’ın hatıralarında dile getirdikleri gibi şehit olmuş askerlerimizin üzerine kurşun sıkmaları, savaş uçaklarının attıkları bomba yetmiyormuş gibi makineli tüfeklerle çivi yağdırmaları gibi hadiseler yaşanmıştı. İşte bu yapılanlar Akif’in nazarında bir hissizliğin, yırtıcılığın ve leş yiyen sırtlan kümelerinin yapabileceği türden şeylerdi.

Şair veba ile savaş arasında da ilginç bir bağlantı kuruyor. Zira Çanakkale’de yaşananlar vebadan daha ağır ve daha sancılıydı. Bu durumu bilen şair, vebanın bu savaştan daha basit olduğunu, savaştan daha masum olduğunu dile getiriyor. Çünkü vebaya insanın yapacağı hiçbir şey yoktur. Ama savaş, savaş hastalıkların da tetikleyicisiydi. Çünkü bu savaşta çeşitli hastalıklardan dolayı ölenlerin sayısı da bir hayliydi.

Mehmet Akif, kinayenin en anlamlısını bu şiirde kullanmıştır. “Mahlûk- ı asil” asil yaratılmış, eşrefi mahlûkat (yaratılmışların en şereflisi), iyi mizaçlı anlamında insanoğlunu karşılamaktadır.  Şair, bu tamlamayla iyi bir şey söyleyecekmiş gibi söze başlayıp sözünü beklenmedik bir sonla bitirir. Bu sözle Avrupalıları sefil, basit bir varlık olarak gösterip Mehmetçik’e karşı yaptığı zulmü dile getirir ve terdit sanatı yapar.

Şair yine Avrupalının görünmeyen yüzünün bu savaşla ortaya çıktığını ve Avrupalının asıl gayesinin ne olduğunu da belirtir: “ Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbab, Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harap.”  Şair burada savaşın asıl yapılış gerekçesini kendince dile getirmek istemiştir. Akif, İtilaf kuvvetlerinin kendi aralarında yapmış oldukları gizli anlaşmalarla Osmanlı’yı ve İslam’ı ortadan kaldırmak istediklerini ve bunun için de Osmanlı’nın her karış toprağında katliam gerçekleştirdiğini bunun için bu savaşı yaptıklarını dile getirir.

Çanakkale Savaşı’nın genel özelliklerinin belirtildiği birinci bölümde önemli bir nokta da savaşta yaşananların bir fotoğraf karesi, bir kameraman gözüyle okuyucuya aktarılmasıdır. Savaş gazileri anılarında şu cümleleri dile getirmektedirler: “Acaba Mehmet Akif, Çanakkale’de yanımızda savaşıyordu da biz mi onu göremedik?”  Onlar aslında bu sözlerinde haklıydılar. Mehmet Akif, bedenen Necid Çölleri’ndeydi ama ruhen Çanakkale’de Mehmetçik’le birlikteydi. Onun sonsuz vatan sevgisi gurbet diyarlarda olsa da azalmamıştı; çünkü o Bursa’nın işgali üzerine de işgal sırasında olanları ordaymışçasına “Bülbül” şiirinde dile getiriyordu. O ruhen Çanakkale’deydi. Nasıl mı, bir savaş tablosu şiirle tam gerçeğine uygun olarak ancak bu savaşta mücadele eden biri tarafından böyle resmedilebilirdi.

Bombaların, topların ve güllelerin gökyüzünü kızıl bir renge büründürdüğü, atılan bu topların yeryüzünü deprem gibi salladığı, öyle ki denize düşen güllelerin suları metrelerce yukarı taşırdığı, gökyüzünde havai fişeklerin geceyi gündüze çevirdiği ve bir Mehmetçik’e atılan 715 merminin o aslan neferin göğsünde söndüğü bir tablo. Düştüğü yeri cehenneme çeviren ve insana temas ettiği anda kişiyi eriten “lağamlar”. Tabloyu bununla da yeterli görmeyen şair, savaşın acımasızlığını dile getiren şu ifadelere de yer veriyor:

“Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; 
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer… “

Göğün ölüm indirmesi uçaklardan atılan bombalardır. Peki yer nasıl ölü püskürtür? Bu nasıl olabilirdi, işte o tablodaki atılan bombaların insan cesetlerini havaya kaldırıp fırlatması Akif’in ruhunda ölü bedenlerin tekrar havaya fırlayıp daha da paramparça olması şeklinde karşımıza çıkar. Şair burada ilginç bir benzetmeye de başvuruyor: İnsan cesetlerinin havaya fırlaması müthiş bir tipidir. Bilindiği gibi tipi de insanı o sert esişiyle ve karların şiddetiyle savurup durur.

İşte savaşın en acıklı tablosu: Çevreye saçılan insan cesetleri değil,  paramparça olmuş kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ve ayaklardır. Ve tarihi belgelerin savaşta gazi olan askerlerin sayısının şehit sayısı kadar olduğunu belirtmesi de bu tablonun vahametini gözler önüne serer.

Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’â mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sis-i İlahi o metin istihkâm.

Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedi serhaddi;
‘O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme’ dedi.
Asım’ın nesli…diyordum ya…nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmiyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?
‘Gömelim gel seni tarihe’ desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.

Benzetme ve tekrarlarla şiirdeki tabloyu canlı tutmaya çalışan şair, uçakları sürü halinde gezen kuşlara benzetiyor.  Bu şiirde Mehmetçik’in elindeki malzemenin yetersizliği hakkında da bize bilgi veren Akif, “açık sine”  ifadesini kullanır. Açık sine, insanın bedeninin her türlü tehlikeye ve saldırıya karşı savunmasız olmasıdır. Savaşta Mehmetçik’in tayınının ne olduğu da hepimizin malumudur.  Peki bu yokluklar, zorluklar karşısında Türk askerinin yaptığı nedir? Akif ona da hemen cevap verir: “Bu tehdide sadece güler.” Düşmanın sayıca çokluğu ve teknik üstünlüğüne aldırış etmeyen Mehmetçik, ne çelik tabya ister ne de düşmandan çekinir. Bu anlayış Mehmet Akif de sarsılmaz bir şekilde mevcuttur. Çünkü onda endişenin yeri yoktur. Ona göre:Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak… /Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.”  anlayışıyla mevcut durumun olumsuzluğundan dolayı azmi mücadeleyi bırakmak alçak bir ölümle eşdeğerdedir.

Mehmetçik’in neden başarılı olduğunu ve bizim bu savaşı nasıl kazandığımızı da Akif şu sözlerle dile getirir:  Alınır kal’â mı göğsündeki kat kat iman? Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?  Çünkü te’sis-i İlahi o metin istihkâm.”

Göğsündeki kat kat iman oldukça Mehmetçik bu savaşı kaybetmeyecektir. Ve hangi güç gelirse gelsin asla esir edemeyecektir. Burada da yine çok ilginç bir söylem karşımıza çıkar: Hâşâ, adeta söylenmesi bile doğru olmayan günah bir sözdür Mehmetçik’in tutsak edilmesi Akif’in nazarında. Akif’ e bu sözleri söyleten gerekçe de karşımızda durmaktadır: Mehmetçik’in mağlup olmamasında ilahi sağlam istihkâm olan kalp vardır. Burada da şair mübalağa yaparak ve benzetmelerle, Allah’ın izniyle Mehmetçik’in başarılı olacağını belirtmek istiyor. Bu tarz söylemlere sürekli başvuran şair, İstiklal Marşı’nda da “Doğacaktır sana va’d ettiği günler Hakk’ın” diyerek tam bir teslimiyet ve güvenle başarının geleceğini dile getiriyor.

Mehmetçik’in kahramanlıklarının anlatıldığı ikinci bölümde şair ilginç açıklamalar yapmakta ve değişik tespitlerde bulunmaktadır.

Şaire göre çok sağlam olan, iyi korunan kaleler, yerler kuşatılabilir, yıkılabilir, ele geçirilebilir; fakat insanın azmini, mücadelesini, bağımsızlık ruhunu insanın icatları, yaptığı araçlar mağlup edemez. Buna benzer düşünceler Tanzimat Edebiyatı’nın önemli temsilcilerinden biri olan Namık Kemal’de de şu ifadelerle dile getirilmiştir:

“Ne mümkün zulm ile bidad ile imha-yı hürriyet

Çalış idraki kaldır muktedirsen ademiyetten”

 

Yani zulüm ile baskılarla hürriyeti ortadan kaldırabilirsiniz; fakat insanların zihnindeki ruhundaki hürriyet ateşini söndüremezsiniz.

 

“Bu göğüslerse Huda’nın ebedi serhaddidiyerek parça-bütün ilişkisi içinde Mehmetçik’i belirten şair, Mehmetçik’in göğsünü Allah’ın sonsuz hududuna benzetmektedir. Çünkü “Bir müminin kalbine giren Allah’ın evini tavaf etmiştir, anlayışını benimseyen bir milletin vatan evladının göğsü şaire göre de Allah’ın sonsuz rahmet hudududur.

 

Asım şiirinin bir parçası olan bu manzumede “Asım”, Mehmet Akif’in idealini kurduğu Türk gençliğidir. Her durumda Türk gençliğine seslenen Akif, gençliğin namusunu çiğnetmediğini ve çiğnetmeyeceğini belirtir. Ve bu savaştaki Asımların yaş ortalamasının on beş olduğu gerçeğinden hareketle bu durum Akif için daha büyük bir önem arz eder.

Her karış toprağı şehit kanıyla yoğrulmuş olan bu vatan; dağı, taşı, tepesi, ovasıyla şehitlere mezar olmuştur. “Şüheda gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…” ifadesinde şüheda, şehidin çoğuludur.  Dağın, taşın gövdesinin şehitlerle dolu olması şehitlerin toprağa kefensiz, kanlı bir şekilde gömülmesindendir. Yine İstiklal Marşı’nda da şair: “Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı, Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı” diyerek ülkenin her karış toprağının şehit kanlarıyla yıkandığının bilinmesini istemektedir.

Mehmet Akif, bu manzumeyi yazarken öyle bir vecde gelmiştir ki yine çok ilginç bir söyleme imza atmıştır: “O rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar,” o rüku, parça-bütün ilişkisiyle namazı ve Allah’a ibadeti karşılar. Türk halkı namazda Allah’a secde etmektedir. Akif’e göre bu namaz da olmasa Türkler asla kimseye boyun eğmez ve hiç kimseye diz çöküp yalvarmazlar.

Şiirin anlam açısından ve duygu yoğunluğu bakımından en hareketli yeri şu beyit olsa gerektir:

“Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, 
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!”

Tertemiz alın, peki kimin alnı tertemiz olur? Günahsız insanların, çocukların. Çünkü bu savaşta mücadele edenler içinde lise, üniversite öğrencisi, bıyığı terlememiş Kınalı Hasanlar vardı. Ve Akif’e göre bunlar birer güneşti. Düşünün ki güneş, dünyanın ısı ve ışık kaynağıdır. Yaşamamız için olmazsa olmazlardandır.  İşte şaire göre de bu gençler ülkenin geleceği, ilmi, ışığıydı. Ama onlar ülkenin güneşi batmasın, ülke düşman elinde inlemesin, bayrak göklerde dalgalansın diye canını seve seve bu vatana feda etmiştir. Mehmet Akif, askerleri güneşe benzeterek askerleri söylememiş ve açık istiareye başvurmuştur.

 Bu beyitte dikkatle üzerinde durulması gereken “ Bir hilal uğruna” ifadesidir. Burada şair bir ‘sehl-i mümteni’ yapmıştır. Adeta ilk okunduğunda bayrak önemsizmiş gibi gösterilmiş, derinliğine bakıldığında ise bir bayrak için gerekirse binlerce güneşin batabileceği dile getirilmiştir. Hilal, Türk bayrağını temsil eden ay ve yıldızın bir parçasıdır. Hilal aynı zamanda İslamiyet’i de temsil etmektedir.

Bu kahramanca mücadele sonucunda şehit olan askerlere seslenen şair,  “Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!” diyerek aynı zamanda insanın yaratılışıyla ilgili olan topraktan gelip toprağa dönme mefhumunu da burada belirtmiştir. Ve onların övünmeleri gerektiğini belirten şair, şehitliğin ulvi bir makam olduğunu dile getirir. Onların bu gayretlerini ve başarılarını ödüllendirmeyi düşünür.  Şair, Osmanlı’nın bu var olma ya da yok olma mücadelesinde başarı gösteren askerlerimiz için gökten atalarımızın inerek o pak alınlarını öpmelerinin çok da şaşılacak bir durum olmadığını da belirtir.

“Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi…” mısrasıyla da teklik, bir olma anlamında tasavvufi bir anlayışı dile getiren şair, Allah yolunda şehit oldukları için askerlerimizin Allah’ın en çok sevdiği kullarının arasına girdiklerini de belirtmeye çalışmıştır.

Bazı âlimlerce eleştiriye maruz kalan şu ifadelerde vecd halinin ve sonsuz vatan sevgisinin bir örneğidir: “Bedr’in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi.”  Çanakkale’deki mücadele ile Bedr Savaşı’ndaki mücadelenin bir tutulması. Evet, Bedr’de Müslümanlar mağlup olsaydı İslam’a zarar gelebilirdi. Çanakkale’de de Mehmetçik mağlup olsaydı Osmanlı yıkılacaktı, İslam dünyası zarar görecekti. Bu noktadan bakıldığında şairin neden böyle bir benzetmeye gitmiş olduğu daha iyi anlaşılır.

Bir naaşın girebileceği mezar en fazla beş metredir. Ama tarihe mal olmuş, büyük mücadele göstermiş bir ordunun şehitlerinin beş metrelik bir mezara sığmayacağı aşikârdır. Çünkü onların makberi Türk halkının kalbidir. Bu aslında 500- 600 gramlık bir makberdir; ama manevi anlamda çok büyük bir makberdir. Çünkü kalbe giren bir varlık oradan kolay kolay çıkarılmaz; fakat bir mezarın üzerine başka bir mezar konulabilir.

Bu manzumenin her mısrası kendi içinde çok derin anlamlar barındırmaktadır. İşte bu mısralardan birisi de: “Gömelim gel seni tarihe desem, sığmazsın.” mısrasıdır. Tarih, çok büyük mücadeleleri ve kahramanlıkları sinesinde barındırır. Onlara hak ettiği değeri verir. Mehmet Akif, bu noktadan hareketle Mehmetçik’in bu eşsiz kahramanlığının tarihin sayfalarına bile sığmayacak kadar büyük olduğunu dile getirir. Mehmetçik’in bu insanüstü mücadelesinin sonucu şudur: Darmadağın olmuş ve zelil bir haldeki müttefik kuvvetlerinin arkalarına bakmadan kaçıp gitmeleri, Çanakkale Boğazı’nın serin sularına gömülen sayısız savaş gemisi ve en önemlisi tarihe altın harflerle değil kanla yazılan “Çanakkale geçilmez” sözüdür.  Bu galibiyet için sayısız kitaplar yazılsa bile bu başarıyı anlatmaya kitapların yetmeyeceğini dile getirir şair. Mehmetçik’i ancak ebediyetlerin kuşatıp,  sarıp sarmalayacağını söyleyen şair bu düşüncesinde haklıdır. Çünkü Mehmetçik’e sadece Türk halkı değil müttefik kuvvetleri de hak ettiği değeri vermiştir. Ve onun mücadelesi dillere destan olmuştur.

‘Bu, taşındır’ diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Ebr-i nîsânı açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.

Şiirin duygu yoğunluğu bakımından çok ilginç özellikler barındıran bölümü bizce üçüncü bölümdür. Çok fazla bir yer tutmamasına rağmen duygu hacmi bakımından büyük bir yer tutan bu bölümde Mehmet Akif, böyle muhteşem bir mücadele ve tarihte eşine az rastlanır bir başarı elde eden kahramanlarımız için kendince bir şeyler yapma gayretindedir.  Şairin yapmak istediklerini duyduğumuz zaman Mehmetçik’in, Akif’in nazarında ne denli önemli bir yere sahip olduğunu daha iyi anlayabiliriz.

Kâbe, Müslümanların Hac farizasını yerine getirdikleri mabettir.  Kıyamet kopuncaya kadar da Arabistan’da Mekke şehrinde varlığını devam ettirecektir. Ama gelin görün ki Mehmet Akif, Kâbe’yi bir mezar taşı yapmakta, şehitlerimizin mezarına koymak istemekte ve ruhunu da Kâbe ile birleştirmeyi düşünmektedir. Gerçekleşmesi mümkün olmayacak bu durumun şair tarafından yapılmak istenmesi onların yaptığı bu kahramanlığın ne kadar ulvi olduğunun, onların hatırasına yapılacak her güzel şeyi fazlasıyla hak ettiklerinin Akif tarafından çok farklı bir şekilde dile getirilmesidir. O, şehitlerimizin rahat uyumaları için serin bir yer hazırlamayı da düşünmekte ve edebiyatta masmavi bir renge sahip olan gök kubbeyi bir örtü olarak şehitlerin mezarına sermektedir. Bu şekilde kanlı kanlı mezara gömülen şehitlerimizin kanayan yaralarını da sarmayı amaçlamaktadır. Onların bir mezarının olmadığını bilen şairimiz mor bulutlarla, açık olan türbelerine bir tavan yapmayı da düşünür. Bu da diğer istekler gibi mümkün değildir; çünkü Çanakkale’nin her karış toprağında şehitlerimizin yattığını bilen şair onların rahat uyumalarını istemesinin yine değişik bir ifadeyle karşımıza çıkmasıdır. Akif’in mezar için yapmak istediği daha ilginç bir şey de şudur: Yedi kandilli Süreyya’yı mezarı aydınlatması için yere indirmek.  Astrolojide Ülker yıldızı diye bilinen  bu yıldızların etrafında mavi renkli güzel bir “peçe” görülmektedir. Ve aynı zamanda çıplak gözle görülen ender yıldız kümelerindendir. Bu yıldız ortasında daha büyük ve parıltılı bir mavi yıldızın etrafına toplanan diğer yıldızların oluşturduğu gerdanlık gibidir. Ülker kümesi, uzayın oldukça tozlu bir bölgesinde bulunmakta ve genç yıldızların parlak mavi ışığı, çevrelerindeki bu tozu aydınlatmaktadır. Akif,  şehitlerin mezar taşının ancak bu şekilde aydınlatılacağını düşünmekte ve onların mezarlarının hep böyle aydınlık olmasını istemektedir. Şair bununla da yetinmeyip bu avizenin altında uzanırken yine mezarı aydınlatması için parıltılı ayı da getirmeyi düşünür. Ve bu yapacaklarından başka kendisinin de sabaha kadar onların başında bir bekçi olacağını belirtir.

Onların hâlâ ölmediklerini bilen şair, tüllenen kızıl akşamları da askerlerimizin yaralarını sarmak için kullanır. Ve bu yapacaklarının onların kahramanlıklarının yanında bir hiç olduğunu belirtmek adına “Yine de bir şey yapabildim diyemem hatırana” diyerek kahraman ordunun yaptıklarının kendi gerçekleştirmek istediklerinden daha büyük olduğunu vurgulamış olur.

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın…Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.

Şiirin son bölümünde Mehmet Akif’çe Çanakkale başarısı kahramanlık bakımından diğer mücadelelerle ve başarılarla karşılaştırılamayacak kadar üstündür. Çünkü Mehmetçik bu savaşla son Haçlı Seferi’ni bertaraf etmiş ve Selahattin Eyyubi’yi ve Kılıçaslan’ı bile kendisine hayran bırakmıştır.  İslam’a yapılan saldırıyı belirtmek adına “Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın”  diyerek düşman saldırısını bir demir çembere benzetmiş, kahraman askerlerimizin bu demir çemberi göğsünde kırıp parçaladığını yani bu saldırıyı savdığını dile getirmiştir. Burada da mübalağaya başvuran şair, demir çemberin göğüste parçalanmasının Mehmetçik tarafından çok da zorlanmadan gerçekleştirildiğini vurgulamıştır.

 

Bu mücadelenin ödülü olarak, “Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin. Bilakis onlar diridirler, fakat siz hissedemezsiniz.”  ayetinde de belirtildiği gibi şehitlerin ruhunun yıldızlarla birlikte gökyüzünde var olacağını dile getiren şair, zaten onların kabirlere sığamayacağı gibi asırlara da sığamayacağını söyler. Son olarak Mehmetçik’e seslenen şair, “Heyhat” diyerek Mehmetçik’in kahraman mücadelesine övgüler dizmekte, göklerin ve bu dünyanın onlara dar geldiğini söylemektedir. Mehmet Akif, şiirin sonunda onlar için yapmak istediklerinin yetersiz olduğunu belirterek Mehmetçik’in kendisinden bir mezar istememesini söyler. Ataları gibi kendisinin de bir şehit evladı olduğu vurgusunu yaparak neden mezar yapamayacağını da açıklar. Çünkü şehitlerimiz için Hz. Muhammed kucağını açmış onları beklemektedir.  Çünkü Allah yolunda şehit olanlar İslamiyet’e göre Cennette Hz. Muhammed’le birlikte olacaklardır.

Ruhları şad olsun.

KAYNAKÇA

Akif, Mehmet, “Safahat”, İstanbul 1966 (İnkılap ve Aka Yayınları- Sekizinci Basım)

DEVELLİOÐLU, Ferit , Osmanlıca- Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara 1998 (Aydın Kitabevi Yayınları- On      beşinci Baskı)

DİLÇİN, Cem, “Örneklerle Türk Şiir Bilgisi”,  Ankara 1995 (Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu- Üçüncü Basım )

ONAY, Ahmet Talat, “Eski Türk Edebiyatı’nda Mazmunlar”, İstanbul 1996 (MEB Yayınları)

Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali, İstanbul 2004 (Seda Yayınları)

TDK Türkçe Sözlük, Ankara 2005, (TDK Yayınları- Onuncu Baskı)

 

 

EYYUP BOSTANCI

İSTANBUL MİLLİ EÐİTİM MÜDÜRLÜÐÜ AR-GE BİRİM ÜYESİ

eyyupbostanci@hotmail.com

 

 

 

71.551 okunma

Bir düşünce üzerine “Çanakkale Şehitlerine Şiiri İçin Bir Tahlil Denemesi ( Eyyüp Bostancı )

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir