Balkan Savaşı’na, eskiler daha çok “Balkan Bozgunu” ya da “Balkan Hacâleti (Utancı)” derler. Bu “bozgun” tabiri, sadece askerî bir mağlubiyeti değil, bir devletin topyekûn batışını da ifade eder. Balkan savaşı ile utanç verici, onur kırıcı bir mağlubiyet alınmış, bütün Rumeli, hatta devletin ikinci başkenti olan Edirne bile elden çıkmıştı.
Osmanlı Devleti’nin itibarını yerle bir edecek şekilde mağlup olup Balkanlardan çekilmesine, yüz binlerce Müslüman’ın yerini yurdunu terk edip muhacir olmasına, yine yüz binlercesinin can ve malına taarruz edilmesine, namusunun, ırzının ayaklar altına alınmasına sebep olan Balkan Savaşı’nın ağır sonuçları, lâyıkıyla masaya yatırılıp, ciddi bir muhasebesi ve muhakemesi maalesef yapıl(a)mamıştır.
Savaşın kaybedilmesinde siyasî ve askerî yönden suçlu ve sorumlu bulunanlar, gafleti hatta ihaneti görülenler yargılanıp hesap vermemiştir. Balkan Savaşı’ndan sonra kurulan göstermelik “özel divan-ı harpler”, savaşın komuta kademesinden -İttihat ve Terakki’ye muhalifliği bilinen- bazı kişileri yargılayıp emekliye sevk etmekle yetinmiştir. Bunun bir örneği, Edirne’yi 155 gün düşmanın yanı sıra açlıkla da mücadele ederek savunan ve Edirne savunmasını “ikinci Plevne” olarak kabul ettiren Şükrü Paşa’dır. Şükrü Paşa Edirne’nin Bulgarların eline düşmesinden sorumlu tutularak emekliye ayrılmış, itibarı düşürülmüştür.
Balkan Savaşı’nda alınan bu utanç verici mağlubiyeti hazırlayan pek çok sebep vardır. Burada bu sebeplerden bazılarına; karşılıklı suçlama ve tartışmalara neden olan, birilerinin itham edilmesine vesile kılınan, savaşın mukadderatına doğrudan tesir edenlerine değineceğiz. Bununla birlikte, zamanın iktidar mücadeleleri gereği, muhaliflerin karşılıklı olarak birbirlerine karşı yürüttükleri kampanyalar ve propagandaların bir parçası olarak uyguladıkları dezenformasyonun yıllarca ciddi tarih kitaplarında yer almış olanlarına değinerek aslında ne olduğuna bakacağız.
Balkan Savaşı’nın hemen öncesinde eğitimli askerlerin terhis edilmesi süreci, Balkan devletlerinin yaptıkları ittifaklardan haberdar olunup olunmadığı, harp taraftarlığı ve karşıtlığının zaman içinde siyaseten nasıl değişikliğe uğradığı, “Edirne’yi düşmana veriyorlar” propagandası ve buna istinaden yapılan Bâbıâli Baskını, Enver Bey’in “Edirne Fatihliği”, üzerinde duracağımız hususlardan bazılarıdır.
1- Askeri kim terhis etti?
Balkan Devletlerinin aralarında ittifak kurarak Osmanlı’ya karşı savaşa hazırlandıkları bir sırada Rumeli’deki redif ve nizamiye taburlarındaki askerler terhis edilmişti. Ancak bu terhis işinin sorumluluğunu tamamen Ahmet Muhtar Paşa’ya yükleyerek; “Muhtar Paşa Kabinesi başa geçer geçmez eğitimli ve tecrübeli askerleri terhis ederek dağıtıverdi” diye suçlamak doğru değildir.
Rumeli’de Balkan devletlerine karşı askeri gücümüzü zayıflatan terhis kararı Ahmet Muhtar Paşa kabinesinin kuruluşundan bir ay önce Sait Paşa hükümetince alınmıştı. İttihat ve Terakki’nin vesayetinde kurulan Sait Paşa hükümeti, 25 Haziran 1912’de aldıkları kararla silah altına alınalı henüz yedi ay geçmiş redif askerini (yedek askerler) terhis etmişti. Başlatılan terhis işlemi, Sait Paşa hükümeti düşüp yerine kurulan Ahmet Muhtar Paşa hükümeti döneminde devam etti.
Ahmet Muhtar Paşa hükümeti, 29 Ağustos 1912 tarihinde aldığı bir kararla silah altındaki 1908 girişli nizamiye erlerinin peyderpey, bir kısım redif erlerinin de gerektiğinde toplanmak üzere, izinli kaydıyla terhisine karar vermiştir. 1912 Eylül ayı başında uygulamaya geçilen terhis işlemiyle, barış zamanı ordu kadrosunun yaklaşık üçte biri yani 75 bin civarında asker terhis edildi.
Bu olaydan iki sene sonra, 19 Temmuz 1914’te İttihat ve Terakki hükümeti, Balkan Savaşı’nın hesabı sorulmak üzere Ahmet Muhtar ve Kâmil Paşa hükümetlerini Yüce Divan’a vermişti. Muhtar Paşa’ya yöneltilen soruların başında hükümetin savaşın hemen başında bir kısım eğitimli ve tecrübeli askeri terhis etmesi meselesi gelmekteydi.
Muhtar Paşa verdiği cevapta: “Biz nizamiye askerlerini terhis etmedik. Ancak önceki Sait Paşa hükümetinin yedi ay hizmet eden redifleri, 1908 girişli ve terhisi hak etmiş nizamiye erlerinin gözü önünde terhis edivermesi bunları disiplinsizliğe ve bazılarını isyana sevk etmiş olduğundan 1908 girişli erleri yenileriyle peyderpey değiştirmeyi Harbiye Nezareti’ne tebliğ ettik” demektedir. Muhtar Paşa, asker terhis işinin peyderpey ve yerine yenisini koymak kaydıyla yapılması gerekirken böyle yapılmayarak ordunun zaafa düşürülmesinin suç ve sorumluluğunu Harbiye Nezareti’ne yükler[1].
Görüldüğü gibi Ahmet Muhtar Paşa terhis meselesinde sorumluların kendilerinden önce bu işi başlatan Sait Paşa hükümeti olduğunu söylemektedir. Kendilerinin başlatılan uygulamayı devam ettirdiklerini kabul eder. Uygulamaya koydukları terhisi, değiştirme usulüne göre ve peyderpey yapmayı kararlaştırdıklarını, bunun aksine olan uygulamanın tamamen Harbiye nazırının suçu ve sorumluluğunda yapıldığını belirterek kendi hükümetini temize çıkarmaya çalışmaktadır.
Harbiye Nazırı Nazım Paşa terhis olayını açıklarken; “Nizami askerlik sürelerini dolduran erlerin silah çatarak terhislerinde ısrar etmeleri üzerine orduda bir ihtilal çıkmasını önlemek ve terhislerin önlenmesi için de kanuni bir sebep de mevcut olmadığından Genelkurmay kararı ile Harbiye Nezaretince terhislerin yapıldığını” söylemekteydi[2]. Nazım Paşa’nın terhis konusunda aldığı kararın en önemli gerekçesi, terhis vakti geçen erlerin bir ihtilal çıkarmalarından korkmasıydı[3].
Hem Ahmet Muhtar Paşa’nın, hem de Harbiye Nazırı Nazım Paşa’nın neresinden bakılırsa bakılsın bir gaflet örneği olan bu yanlış kararı almalarının en büyük sebeplerinden birisi, Rusya’nın Balkanlarda harp çıkmayacağına dair teminat verdiğini söyleyen Hariciye Nazırı Noradungyan’a inanmaları olmuştur. Noradungyan’ın Rusya adına ilettiği bu sahte teminata aldanılarak Rumeli’deki 120 tabur eğitimli askeri terhis ediverdiler[4].
Bu konuda İttihatçı Halil Bey’in hatıratında söyledikleri, Ahmet Muhtar Paşa’yı teyit edicidir. Halil Bey terhis olayı sorumluluğunu Ahmet Muhtar Paşa’ya yüklemek isteyen İttihatçıları suçlayarak Rumeli’deki ordu birliklerinde daha 7 aylık hizmetlerini tamamlamış ikmal erlerini 25 Haziran 1912’de terhis ettiklerini söylemektedir. Emrin altındaki imzalar, Sadrazam Sait ile Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşalarındır. Sonuç olarak Rumeli’de Balkan devletlerine karşı askeri gücümüzü zayıflatan terhis kararı emri Ahmet Muhtar Paşa kabinesinin kuruluşundan bir ay önce Sait Paşa hükümetince alınmıştır. Rumeli’deki ikmal erlerinin terhisi ile nizamiye tümenlerindeki taburların mevcudu 240-280’e indirilmiştir.
Halil Bey hatıratında; “bugüne kadar zaman zaman tekrar edilen bir tarihi hatanın tekrarını önleyebilir düşüncesiyle tarihî gerçeğin kamuoyuna duyurulmasını rica ederim”[5] demiştir.
Neticede olan odur ki; Balkan Savaşı’nın hemen öncesinde Rumeli’de askeri gücümüzü azaltan, bir kısım eğitimli ve tecrübeli askerin terhisi büyük bir gaflet ve hata idi. Bu terhis emrini İttihat Terakki’nin desteklediği Sait Paşa hükümeti vermiş ve başlatmış, Ahmet Muhtar Paşa hükümeti de bu yanlış uygulamayı devam ettirmiştir. Bir hata olarak kabul edilen terhis işi, o zamanki hükümetlerin Balkan devletleri arasındaki ittifaklardan habersiz olduğu görüşünü doğurmuştur.
2- Balkan Devletlerinin ittifakı biliniyor muydu? “Balkanlardan imanım kadar eminim” mi?
Balkan Birliği önce, Rusya’nın etkisi ve yönlendirmesi ile 13 Mart 1912’de Bulgaristan-Sırbistan arasında imzalanan ittifak anlaşması ile başladı. Bunu 29 Mayıs’ta Bulgaristan-Yunanistan ittifak antlaşması ve Ağustos 1912’de Karadağ-Bulgaristan sözlü antlaşması izledi. Böylece dört Balkan devleti arasında birlik sağlanmış oldu.
Balkan devletleri tarafından kurulan ve gizli tutulan ittifaklar İstanbul’da çeşitli kaynaklardan duyulmasına rağmen zamanın hükümetlerin tarafından ciddi olarak üzerine gidilmemiş, kayıtsız kalınmıştı.
Balkan devletlerinin ittifak kurduklarından habersiz olunduğunun delili olarak tarih kitaplarında birbirinin tekrarı olarak anlatılan en meşhur olay, Sait Paşa hükümetinin Meclis’ten güvenoyu talep ettiği 15 Temmuz günü, Hariciye Nazırı Asım Bey’in yaptığı konuşmada söylediği rivayet edilen:
“Balkanlardan imanım kadar eminim!” sözüdür.
O tarihe ait Meclis zabıtlarına bakıldığında, Asım Bey’in yaptığı konuşmada böyle bir ifadenin olmadığı görülmektedir. Asım Bey’in o konuşmada serdettiği:
“Efendiler! Bu devletin âtisinden [geleceğinden] imanım kadar eminim![6]“ sözü çarpıtılarak “Balkanlardan imanım kadar eminim” şekline çevrilmiş, böylece Osmanlı hükümetinin Balkan ittifaklarından habersiz, gafil olduğu gözler önüne serilmeye çalışılmıştır.
Asım Bey bir gaflet örneği gibi lanse edilen yukarıda sözü söylememiş olsa bile, aynı konuşmada beyan ettiği; “Balkan hükümetleriyle münasebetimiz bugün on ay öncesine göre kat kat iyidir” sözüyle gerçekten de Osmanlı aleyhine kurulan Balkan ittifakından habersiz, yaklaşan tehlikeden gafil olduğu anlaşılmaktadır.
Bir başka gaflet örneği de Sırbistan’ın Selanik üzerinden ülkesine taşıdığı toplardır. Sırbistan Fransa’dan aldığı silahları Avusturya toprakları üzerinden geçiremeyince Babıâli’ye başvurmuş ve Selanik üzerinden trenlerle Belgrad’a geçirilmesine izin verilmişti. Bu sevkiyat Sait Paşa hükümeti düşene kadar devam etmiştir. Sırp ordusu ile yapılan muharebelerde Osmanlı ordusunun mağlubiyetinde, seri ateşli Fransız toplarının birinci derecede rol oynadığı göz önüne alındığında, kendi toprakları üzerinden geçmesine müsaade ettikleri topların birkaç ay sonra kendi askerine çevrilmesinden mesul olan Sait Paşa hükümetinin gafleti, suçu ve sorumluluğunun büyüklüğü ortaya çıkar.
Sırbistan, Fransa’dan aldığı bu topları ülkesine nakletmeyi önce Avusturya toprakları üzerinden düşünmüş, ancak Avusturya Hükümeti bunu kabul etmemişti. Bunun üzerine Sırplar Bâbıâli’ye başvurarak topların Selanik üzerinden Belgrad’a geçirilme iznini almışlardı. Bu sevkiyat Sait Paşa hükümeti düşene kadar devam etmişti[7].
Ahmet Muhtar Paşa kabinesi işbaşına gelince durum değişmiş, seferberliğin ilanı ile Sırbistan’ın Avrupa’dan getirttiği ve bir kısmı Selanik ve Üsküp’te tutulan top ve cephanesine el konulmuştu. Bu toplar demiryolu hattı kesilmeden Dedeağaç üzerinden İstanbul’a taşınmış, 50 kadar Sırp topu ve 34 bin adet cephanesi Çatalca cephesinde kullanılmıştı[8].
Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür; Osmanlı hükümetleri bu ittifaklardan zamanında haberdar olamadı. Balkan devletleri tarafından kurulan ve gizli tutulan ittifaklar, bazı sefaretlerden ve Rumeli vilayetlerinden gelen resmi raporlarda yazılıp, çeşitli kaynaklardan duyulmasına rağmen ciddi olarak üzerine gidilmemiş, Eylül 1912’ye kadar bunlar söylenti olarak kabul edilip kayıtsız kalınmıştı.
3- Seferberlik geç mi ilan edildi?
Seferberliğin ilan tarihi de zamanın hükümetine getirilen eleştirilerden olup Sadrazam Ahmet Muhtar Paşa, 1914’te Yüce Divan tahkikatında sorgulanırken ona yöneltilen suçlamalardan birisini oluşturmuştur.
Ahmet Muhtar Paşa hükümeti, Balkan devletlerinin ittifaklarından haber alınmasına rağmen bu söylentilerin sağlam kaynaklardan tespitine çalışmaktaydı. İttifakların varlığı üzerindeki şüpheler doğrulandığında, 22 Eylül’de Rumeli’de kısmî seferberlik uygulamaya başlandı. Ancak bu seferberlik uygulaması, Balkan devletlerinin bunu savaş sebebi sayıp, harp hazırlığımızı tamamlamadan aniden savaş ilan etmelerini önlemek için, açıktan seferberlik olarak değil, Rumeli’de yapılacak bir manevra kılıfı altında yapıldı[9].
Ancak 30 Eylül 1912’de Balkan Devletleri, Osmanlı redif erlerinin manevra amacıyla silah altına alınmasını bahane göstererek seferberlik ilan ettiler. Böylece Ahmet Muhtar Paşa’nın kısmî seferberlik uygularken bunu manevra kılıfı ile örterek gizlemeye çalışması da bir işe yaramamış, çekindiği durumla sekiz gün sonra yüzleşmek zorunda kalmıştı.
Balkan devletlerinin seferberlik kararı üzerine, Osmanlı hükümeti de 1 Ekim 1912’de genel seferberliğini ilan etti.
29 Ağustos 1912’den itibaren terhis edilmeye başlanan askerler daha köylerine varamadan bu defa seferberlik ilanı ile tekrar silah altına çağrılmışlardı. Bu durum erler arasında büyük bir hoşnutsuzluk yaratırken, bu erlerin yeniden birliklerine katılmaları gecikmiş, seferberlik zamanında tamamlanamadan harbe girilmişti.
Balkan Devletlerinin seferberlik ilan etmeleri üzerine Ahmet Muhtar Paşa 1 Ekim’de genel seferberlik ilan etmekle beraber sorunu barış yoluyla çözmenin çarelerini aramaktaydı. 5 Ekim’de büyük devletlere başvurarak daha önceden hazırlanmış Rumeli ıslahatını uygulayacağını bildirdi[10]. Ne var ki 8 Ekim’de Karadağ savaş ilan etti. 13 Ekim’de Bulgar-Sırp ve Yunan hükümetleri ortak bir nota verdiler. Yenilir yutulur tarafı olmayan bu nota, Balkan devletlerinin savaşmaya karar verdiklerinin bir kanıtıydı. Osmanlı Hükümeti kendi içişlerine müdahale edici, küstah teklifleri içeren bu notaya cevap vermeyerek sefirlerini geri çağırma kararı aldı[11].
4- Harp ilan edilmeli miydi? “Harp isteriz.. Ordu Sofya’ya..”
Balkan Devletlerinin seferberlik ilanı üzerine Osmanlı hükümetinin de mukabil seferberlik ilan etmesi, savaşın adım adım yaklaştığının göstergesiydi.
Bu sırada İstanbul’da iki cephe vardı. Muhalefetteki İttihat ve Terakki’nin başını çektiği harp taraftarı cephe ile sorunu barış yoluyla çözme ümidini muhafaza eden iktidardaki Ahmet Muhtar Paşa’nın harp karşıtı cephesi.
Ahmet Muhtar Paşa hükümeti harbe taraftar değildi. Balkanlarda oluşan gerginliği sulh yoluyla çözmeye çalışıyordu. Zira ordunun ve devletin savaşa hazır olmadığı bilinmekteydi. 29 Eylül’de Genelkurmay hükümete sunduğu raporda; askerin yorgun, eğitimsiz, silah ve donanım yönünden eksik olduğunu belirterek, ordunun noksanlarının tamamlanması için beş yıllık bir süreye ihtiyaç duyulduğunu, bu cihetin göz önünde bulundurularak barış yolunun aranması uyarısında bulunuluyordu[12].
Balkan Savaşı’nda Şark Ordusu kumandanlığına getirilen Abdullah Paşa da harbe karşıydı ona göre; ordu savaşa hazır değildir, seferberlik tamamlanmamıştır. Aynı zamanda ordumuzun harp vasıtaları ve sıhhî levazımı noksandır. Balkanlılar onbeş günde İstanbul’un kapılarına bile dayanırlar. Abdullah Paşa; “muharebe açılırsa mağlubiyetimiz muhakkaktır” demekteydi[13].
Hükümet içinde harbe taraftar olan yegâne kişi Harbiye Nazırı Nazım Paşa’ydı. Nazım Paşa, başta padişah olmak üzere herkese; “Harp ilanından bir hafta geçmeden Osmanlı bayrağı Filibe ve Sofya’da görülecektir” diye galip geleceklerine dair teminat vererek, tereddüt içinde olanları ikna etmeye çalışıyordu[14].
Ahmet Muhtar Paşa hükümeti harp taraftarlarının bütün bu faaliyetleri ve zorlamalarına rağmen, Balkan sorunu üzerine iki yol izlemeye karar vermişti:
1-) Elden geldiğince savaştan kaçınmak.
2-) Savaştan kaçılamıyorsa, en azından 30-45 günlük zaman kazanmak için savaşı elden geldiğince geciktirmek[15].
Ahmet Muhtar Paşa hükümeti, Ekim ayı başında bütün diplomatik çabaları bu iki düşünce üzerine kurmuş, savaşı önlemek için her çareye başvurmakta iken 3 ve 4 Ekim’de İstanbul’da halk ve gençlik “Yaşasın Harp” diye gösterilerde bulunmaktaydı.
4 Ekim’de yapılan savaş yanlısı gösteriler sarayın bahçesine kadar ulaşmıştı. Dolmabahçe Sarayı’nın bahçesinde toplanan kalabalık, padişahtan harp kararı bekliyordu. Toplanan kalabalık arasında Talat Bey’le Ermeni mebus Hallaçyan Efendi göze çarpıyordu. Her ikisinin ortasında uzun bir direğe takılmış Osmanlı bayrağı vardı. Bayrağın sağ tarafında duran Talat Bey sol eliyle, sol tarafında duran Hallaçyan Efendi sağ eliyle direği tutuyorlardı. İkide bir de bayrağı sallıyorlar ve avazları çıktığı kadar ;
—”Harp isteriz, harp!” diye bağırıyorlardı.
Talat Bey ve Hallaçyan Efendi’nin “Harp isteriz, harp!” diye bağırmalarının ardından kalabalık arasında bulunan Darülfünun talebeleri yumruklarını sıkıyorlar:
—”Filibe’ye hücum, Sofya’ya hücum! Filibe, Sofya, Filibe, Sofya!”, feryadını basıyorlardı[16].
Hükümet 5 Ekim’de, Balkanlarda tansiyonu düşürmek, barışı sağlamak için Rumeli ıslahatını yürüteceğini bildirince, 6 Ekim’de İstanbul’da “Harp isteriz” bağrışmalarıyla yeniden gösteriler olur ve baskı artar. Gösterilerin İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kışkırtmalarıyla olduğu bellidir ve bu partinin gazetelerinin dili de zaten bunu göstermektedir[17].
İşin asıl garip olanı; “harp isteriz” bağrışmalarını yaptıranlar -yani İttihatçılar- iktidara gelince Temmuz 1914’te, “Genelkurmayın ordunun harbe hazır olmadığına dair raporuna rağmen savaşa girdi” diye Muhtar Paşa hükümetini Meclis’te açılan Yüce Divan’a vermek istemişlerdi[18].
İttihatçıların yürüttüğü bu harp yanlısı propagandaya karışanların, gösterileri yaptıran, bu yazıları yazan ve yazdıranların içinde, hükümeti güç bir duruma sokup onu savaş ve yıkım bahasına da olsa devirmek ve yerine geçmek düşüncesini taşıyanlar vardı. Bunu yaparken uğranılacak felaketi tahmin bile edemedikleri aşikârdır. Anlaşıldığına göre bu kişiler, Balkan Savaşı sırasında büyük devletlerin;“savaşın sonucu ne olursa olsun galip gelenin toprak kazancı olmayacağı, Balkanlarda statükonun bozulmayacağı” ihtarına güvenip mağlup olunsa bile ülkenin çok fazla zarar görmeyeceğini düşünerek böyle bir harekete kalkışmışlardı[19]. Ne var ki büyük devletlerin statükonun muhafazasına dair aldıkları karar, Osmanlı’nın muhtemel bir galibiyetinde toprak kazanmasının önüne geçmek içindi. Savaş Balkan devletlerinin galibiyeti ile bitince alınan bu karar unutulup gitti.
İttihatçıların ikiyüzlü siyasetine en bâriz örnek, Talat Paşa’nın anılarında bu döneme ait anlatımı oluşturmaktadır. Talat Paşa, Balkan Savaşı öncesinde 100 bin kişiye yakın askerin terhis edilmesini eleştirerek; “Bir yandan kıtalar terhis edilirken öte yandan yeni kıtalar silah altına alınıyor ve -kadrolar değişmiş olduğundan- ne subaylar askerleri ne de askerler subayları tanıyordu. Böyle karmakarışık bir ordu ile savaş, Türkiye için daha başlamadan kaybedilmişti“[20].
Oysa yukarıda Dolmabahçe Sarayı’nın bahçesinde harp taraftarı gösteride en ön safta Hallaçyan Efendi ile bayrak sallayarak “harp isteriz, harp” diye bağırarak gençleri galeyana getirirken, anılarında söylediği olumsuz şartlar zaten oluşmuştu. Yani kendi tabirine göre “harp Türkiye için daha başlamadan kaybedilmişti”. Bunu üzerinden yıllar geçtikten sonra böylece yazan Talat Bey’in, saray bahçesinde harp kışkırtıcılığı yapıp hükümete barış yolunu kapamaya çalışması, -tıpkı İttihatçıların savaş başladığında cephedeki askeri savaşmamaya teşvik edici hareketlerinde olduğu gibi- muhalifi olduğu hükümeti savaş yüzünden zor durumda bırakarak bu sayede onu düşürüp iktidarı ele geçirmek amacından başka bir şey değildi[21].
İttihat ve Terakki mensuplarının orduda bozgun çıkartmaya çalıştığı ve bu sayede o sırada iş başında olan hükümeti devirip yeniden iktidara gelmeye çalıştığı hakkında çok şeyler söylenmiş ve yazılmıştır.
Bunlardan birisi, Talat Bey’in Balkan Savaşı başladığında bir vatanperverlik örneği göstererek er üniformasıyla gönüllü olarak orduya katılarak ve Edirne’ye gitmesidir. Sâbık dâhiliye nazırı Edirne’de er üniformasıyla komutanlara mahsus otele yerleşmiş ve kendisine hizmet için bir de emir eri tahsis edilmişti! Ancak Talat Bey Edirne’de boş durmamış Hilâl-i Ahmer delegesi olarak Edirne’de bulunan Dr. Bahattin Şakir ile birlikte, tasvip edilmeyecek bazı faaliyetler içine girmişlerdi. Buna dair Şükrü Paşa şu bilgileri vermektedir:
“Harbin başında İttihatçıların eski Dâhiliye Nazırı Talat Bey, gönüllü nefer yazılıp Edirne’ye gelmişti. Maksadı askerlik yapmak değil, askeri ifsad etmekti. İkinci derecedeki kumandan paşaların oturduğu binaya yerleşmiş ve tıpkı o paşalar gibi o nefer beye de emirberler tahsis edilmişti. Nefer bey, kumandan paşaların sofrasına oturuyor ve adeta bir “Nefer Paşa” muamelesi görüyordu. Tabii bu durum subay ve erler arasında birçok dedikoduya sebep oldu.
Talat Bey’in her günkü faaliyeti hakkında raporlar alıyordum. Askeri harp etmemeye teşvik ediyor ve bilhassa Anadolu’dan gelen erlere Rumeli’nin kendi vatanları olmadığından bahsediyordu. O sırada düşman ordusu ilerlemekte ve Edirne muhasaraya düşmek üzereydi. Tabii böyle bir fesada daha fazla tahammül edemezdim. Talat Bey’i çağırttım. Karşımda askeri vaziyet alan nefer elbiseli müfside; “Bey oğlum!” diye hitap ederek; Edirne’deki normal dışı vaziyetini ve bu vaziyetten istifade ederek yaptığı menfi propagandayı anlattım. Bu hâle bir dakika daha tahammül edemeyeceğimi, Edirne’de kaldığı takdirde kendisini maazallah idam ettirmek mecburiyetinde kalacağımı ve böyle bir mecburiyette kalmak istemediğim için o günkü trenle derhal İstanbul’a hareket etmesini emrettim”[22].
Talat Bey’in ihanet kabul edilecek bu uygunsuz hareketine başka bir kaynakta rastlamadık. Ancak o dönemde Talat Bey’in bu hareketi İstanbul’da ağızdan ağıza yayılmıştı. Cavid Bey hatıratında buna değinerek Talat’ı aklamaya çalışır: “Muhalifleri Talat’ın askerlik görevi için Edirne’ye gitmesinden bile istifade edip hakkında iftiralar yayıyorlar. Orduyu ayaklandırmaya gitmiş, harp esnasında orduda ihtilal çıkaracakmış. İşte şimdi her ağızda dolaşan sözler!” diyerek Talat hakkındaki ithamların iftira olduğunu anlatır[23].
Ordu içinde de bile bile ve isteyerek hıyanet edilip edilmediği sorunu vardır. Balkan Harbi sırasında iç didişme ve particilik yüzünden bazı ordu ve donanma subaylarının hıyanet içinde olduğu ve bazı kimselerin bozgun çıkması için elden geleni yaptığı sözü ortalıkta dolaşmıştır. Harp başlayınca asker içine karışıp erleri savaşmamaya teşvik edenler, Anadolu’dan gelmiş askerlere; “Rumeli’den sana ne, senin vatanın Anadolu’dadır. Hayatını beyhude feda etme!” şeklinde propagandayla akıllarını karıştırmaya çalışanların, İstanbul’da Divan-ı Harbe verildiği ancak sonradan bu kişilerin affa uğradığı rivayetleri hatıratlarda göze çarpar[24]. Cephedeki askerin savaşmamaya ve firara teşvik edildiğine hatıratlarda rastlamak mümkündür. Bunun yanı sıra harp tarihçisi Mehmed Nihad Bey’in eserinde harp ceridelerinden alınmış parçalar vardır. Balkan Savaşı’nda kolordu kumandanlığı yapan Mahmut Muhtar Paşa ise, Balkan Savaşı’nı anlattığı eserinde emrindeki tümen komutanlarından Cemal Bey’in (Cemal Paşa) kendisine gönderdiği raporda; “Muharebenin son günlerinde Anadolu askeri arasında garip bir halet-i ruhiye görülmeye başladığı, Anadolu’daki dört vilayetin kendilerine kâfi olduğunu, beyhude Rumeli için kan döktüklerini birbirlerine söylediklerini” yazmaktadır[25].
Bütün Rumeli’nin kaybına İstanbul’un aylarca Bulgar tehdidi altında kalmasına, yüz binlerce Rumeli Türkünün vahşice öldürülmesine, bir o kadarının yerini yurdunu terk ederek sefil bir halde muhacir olmasına sebep olan Balkan Savaşı’nda düşmanın galibiyetine çalışacak kadar şahsî istikbâl ve iktidar hırsı ile gözü dönmüş olanların varlığı yalan değil. Maalesef savaştan sonraki durum, bu gibi vatana ihanet derecesinde işlenmiş suçların, derinden derine incelenmesine ve muhakeme edilmesine uygun olmamış ve dolayısıyla bu yolda resmî olarak bir şey saptanamamıştır.
5- Bâbıâli Baskını ve Edirne’yi kim verdi? “Edirne sukût etti, fakat millet mânen yükseldi”
İnkılâp Tarihi adlı eserinde Yusuf Hikmet Bayur üzerinden yalnızca 30 yıl geçmiş olan Bâbıâli Baskını’ndan bahsederken söze şöyle başlamaktadır; Bu olayın içyüzü ve bunu doğurmuş olan etkenler bugüne kadar kesin olarak anlaşılmış ve açığa çıkarılmış değildir. Bunun birçok sebebi vardır. Bir kere bu iş üzerinde resmi bir inceleme yapılmamıştır. Çünkü bu işi başaranlar hemen iktidara geçmiş olduklarından kendilerine karşı bir hâl alabilecek olan bir inceleme yaptıramazlardı[26].
Gerçekten de Bâbıâli Baskını ile alakalı Osmanlı Arşivi’nde belge yoktur. 23 Ocak günü ile alakalı belgeler sadece Kâmil Paşa’nın istifası, Mahmut Şevket Paşa’nın sadarete tayinini içerir. Yapılan baskın, başta Harbiye Nazırı Nazım Paşa olmak üzere ölen altı kişiden hiç bahsedilmez.
Bâbıâli Baskını’nı bize ayrıntılı olarak anlatanlar o dönemi yaşayan bazı kişilerin hatıratlarıdır. İşin içine hatırat girince de ister istemez birbirinden farklı ve çeşitli anlatımlarla karşı karşıya kalınır. Hiçbir kaynak gösterilmeden bazıları gördüklerini, bazıları şuradan buradan duyduklarını aktarırlar bu hatıratlarda. İncelediğimiz hatıratlarda şunu gördük ki, hatırat sahibinin siyasî görüşü, duruşu, İttihatçı olup olmadığı gibi hususlar, Bâbıâli Baskını’na bakışını ve bu olayı aktarışını ciddi olarak belirlemektedir.
Burada resmi olmayan bir tarih anlatımına, yani hatıratlara dayanarak Bâbıâli Baskını’nı doğru kabul ettiğimiz yönü ile kaynağını belirterek anlatmaya çalışacağız.
Bâbıâli Baskını’nın yaşandığı 1913 Ocak ayı içinde ülkenin manzarası şu idi: Balkan Devletleriyle girişilen savaşta ordu hiç beklenmeyen utanç verici ve onur kırıcı bir mağlubiyete uğramış, Rumeli’nin bir-iki şehir haricinde hemen hepsi birkaç hafta içinde düşmanın eline geçmiş, milyonlarca Müslüman baskı ve mezalime maruz kalmış, yüzbinlercesi yurdunu terkedip muhacir olmuştu. Savaş başladığında iktidarda bulunan Ahmet Muhtar Paşa Hükümeti, 1912 Ekim ayı sonunda istifa etmiş yerine Kâmil Paşa hükümeti kurulmuştu. Yeni hükümet döneminde de yenilgiler devam etmiş, Trakya’da sadece Edirne direnirken, Bulgarlar Çatalca’ya dayanmış, Rumeli’de ise Yanya ve İşkodra kaleleri dışında bütün Osmanlı toprakları Balkan devletlerinin eline geçmişti.
Kâmil Paşa hükümetinin teşebbüsleri sonucunda 3 Aralık’ta mütareke imzalanmış ve Londra’da toplanan konferansta büyük devletlerin gözetiminde barış anlaşması görüşmelerine devam edilmekteydi.
Ancak barış görüşmeleri galip Balkan devletlerinin; Edirne dâhil, Midye-Enez hattının batısında bulunan bütün Trakya ve Rumeli’yi, Ege Adalarının tamamını talep etmeleri sebebiyle tıkanmıştı. Osmanlı hükümeti, Rumeli’den vazgeçtiğini ancak Edirne ve Ege Adalarının terk edilmesine tahammül edilemeyeceğini ileri sürmekteydi. Görüşmeler çıkmaza girince, Büyük Devletlerin İstanbul’da bulunan sefirleri ortak bir nota vererek; Osmanlı Devleti’nin Edirne’yi Balkan devletlerine bırakmasını, Ege Adalarının geleceğinin tayinini büyük devletlerin kararına bırakmalarını talep ettiler. Bu notaya verilecek cevapla, ya barış görüşmeleri devam edecekti ya da harp yeniden başlayacaktı.
Notaya verilecek cevabın ne yolda olacağı, 22 Ocak 1913 günü Dolmabahçe Sarayı’nda padişahın da takip ettiği bir Şura-yı Saltanat’ta görüşüldü. Şura’nın kararı, barış antlaşmasını mümkün kılacak, sulh yanlısı bir cevap verilmesi yönünde çıktı. Bunun üzerine Kâmil Paşa hükümeti verilecek cevabın içeriğini hazırlamak ve büyük devletler sefirlerine vermek üzere 23 Ocak 1913 Perşembe günü Bâbıâli’de toplandı.
İşte hükümetin cevabî nota taslağı üzerinde müzakerelerde bulunduğu esnada, İttihat ve Terakki Fırkası’nın tertip ettiği ve tarihe Bâbıâli Baskını adıyla geçen hükümet darbesi gerçekleşti.
İşler bu aşamaya gelene kadar İttihat ve Terakki’nin iç siyasette izlediği yol özetle şu şekilde idi:
İttihat ve Terakki’nin vesayetindeki Said Paşa hükümeti 15 Temmuz Meclis’ten 1912’de güven oyu almasına rağmen kendi içindeki sorunlar yüzünden çekilmiş, yerine Ahmet Muhtar Paşa’nın tarafsız bir kimlikle oluşturduğu ve içinde eski sadrazamların ve devrin önemli siyasetçilerinin bulunmasından dolayı “Büyük Kabine”; kabinede Ahmet Muhtar Paşa’nın Sadrazam, oğlu Mahmut Muhtar Paşa’nın Bahriye Nazırı olmasından kinâye “Baba-Oğul Kabinesi” diye isimlendirilen kabine kuruldu.
İttihatçılar Balkan Savaşı arifesinde savaş yanlısı bir tutum içinde kabineyi savaşa mecbur bırakmak için gösteriler yapmış/yaptırmıştı. Alınan mağlubiyetler üzerine hükümete yüklenerek ordunun iyi hazırlanmadığı, seferberliğin zamanında yapılmadığı iddiasıyla hükümetin istifasını istediler. Bundan amaç hükümeti düşürüp kendi iktidarlarına yol açmaktı. Ekim ayı sonunda beklenen oldu ve Ahmet Muhtar Paşa Hükümeti istifa etti. Ancak beklenmeyen bir şey oldu, iktidara İttihatçılara karşı olduğu bilinen Kâmil Paşa geçti.
Ordunun mağlubiyetlere devam etmesi ve Çatalca’ya dayanan Bulgarların İstanbul’u tehdit etmesi Kâmil Paşa hükümetini zor durumda bıraktıysa da Bulgarların Çatalca hattında durdurulması yeni hükümete kuvvet kazandırdı. Yeni hükümet ve bilhassa Dâhiliye Nazırı Ahmet Reşit Bey, İttihatçıların hükümet aleyhine tertiplerini, askeri savaşmamaya teşviklerini soruşturmaya başladı. Kurulan divan-ı harpçe İttihatçıların bir kısmı tutuklandı, bir kısmı saklandı, bir kısmı Avrupa’ya kaçtı.
Serbest olanlar üzerlerindeki baskıdan kurtulmanın yollarını aramaktaydılar. İşbirliği yapmaya çalıştıkları Sadrazam Kâmil Paşa’dan ümitlerini kesince Harbiye Nazırı Nazım Paşa üzerinde çalışmaya başladılar. Onunla yaptıkları görüşmelerde muhtemelen Kâmil Paşa hükümetinin düşürülmesiyle kendisinin sadrazam yapılacağı vaadiyle Nazım Paşa’yı elde ettiler.
Bunun etkisi hemen görüldü. Divan-ı Harpçe tutuklanan İttihatçılar, Nazım Paşa tarafından salıverildi. Böylece İttihatçılar her türlü baskı ve takipten kurtularak serbestçe çalışma imkânı buldular.
Nazım Paşa İttihatçılardan Cemal Bey’i merkezi Cağaloğlu’nda bulunan Menzil Müfettişliğine, Enver Bey’i de karargâhı İstanbul civarında bulunan 10. Kolordu kurmay başkanlığına tayin etti. Böylece yapılacak hareketin stratejik altyapısı oluşturulmaya başlandı.
Hükümeti bir darbe ile düşürmek kararı Talat Bey ve Kara Kemal öncülüğünde alınmıştı. Hükümet darbesi, bir miting havasında halkı galeyana getirip Bâbıâli baskını ile gerçekleştirilecekti.
Baskını engelleyecek kolluk kuvvetleri de esasen elde edilmişti. İstanbul Muhafızı Memduh Paşa Nazım Paşa’nın adamı olması münasebetiyle kendi saflarına dâhil edilmişti. Dâhiliye Nezareti’ne bağlı polis kuvveti ise çoğunluğu İttihat ve Terakki’ye bağlı kimselerden oluşmaktaydı[27]. Bâbıâli’yi koruyan muhafız taburu ise birkaç gün önce yaşlı redif askerlerinden oluşan başka bir birlikle değiştirilmiş, başına da İttihatçı bir subay getirilmişti. Gerçekten de baskın sırasında Bâbıâli’deki bu muhafız birliği, hükümet baskına uğrar, içeride silahlar patlarken hiçbir işe karışmamış, Bâbıâli’nin altında bulunan Nallımescit Camii önünde silah çatıp beklemiştir[28].
Hükümet cephesinde ise durum şu merkezde idi: Sadrazam Kâmil Paşa, Dâhiliye Nazırı Ahmet Reşit Bey’in aldığı istihbarata istinaden yaptığı uyarıları ciddiye almıyor, İttihatçıların kendisine karşı bir darbe yapacaklarına ihtimal vermiyordu. Bu konuda son derece rahat ve gafil bulunmaktaydı. Hatta baskından bir gün önce büyük devletlerin notasına verilecek cevabın ne yolda olması gerektiğine dair toplanan Şura-yı Saltanat’a, gelecekte itiraz ve muhalefet vesilesi yapmamaları için İttihatçıların da çağrılması ihtar olununca, Kâmil Paşa İttihatçıları kastederek; “Artık geleceği filan kalmadı; onlar bir ihtilal fırkası idi, merkezleri Selanik’ti. Selanik gitti, onlar da defolup giderler”[29] demişti. Bununla beraber hem sadrazam hem de dâhiliye nazırı hiçbir zaman Nazım Paşa’nın ihanetine ve hükümet aleyhine İttihatçılarla anlaşıp işbirliği yaptığına inanmamıştı.
İttihatçıların eylem planı Ocak ayının ilk haftasında Sirkeci’de Meserret Oteli’nde yapıldı. Önce hükümete karşı kamuoyu oluşturmak üzere propaganda ve dezenformasyon başlatıldı. Buna göre İttihat ve Terakki’nin hazırladığı eksiksiz ordunun bozulduğu ve bu yüzden mağlup olunduğu, mevcut hükümetin Edirne ve Ege Adalarını düşmanlara vermek üzere olduğu, kurtuluşun İttihat ve Terakki’nin iş başına gelmesinde olduğu yönünde propagandalar, başta İstanbul olmak üzere ülkenin her tarafındaki örgüt şubelerince yayıldı.
Baskının zamanı ve ayrıntıları İttihatçı Emin Beşe’nin Vefa’daki evinde yapılan iki toplantı ile kararlaştırıldı. Buna göre 23 Ocak Perşembe günü öğleden sonra harekete geçilecekti[30].
İttihat ve Terakki ileri gelenleri 23 Ocak Perşembe günü Cağaloğlunda İttihat ve Terakki genel merkezinin (bugünkü Cumhuriyet gazetesi binası) karşısında bulunan Cemal Bey’in müfettişi olduğu Menzil Müfettişliği binasında toplanmıştı. Baskından sonra Sadaret’e getirmek istedikleri ve önceden irtibat kurdukları Mahmut Şevket Paşa’ya da hazır olması için bir haberci göndermişlerdi.
Öğleden sonra saat 15’te hareket başladı. Enver Bey kır bir atın üzerinde iki yanında sonradan yaveri olacak olan İzmitli Mümtaz ile Hilmi olduğu halde Bâbıâli’ye doğru ilerlemeye başladı. Nafıa Nezareti önüne (şimdiki İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü binası) gelindiğinde ünlü hatip Ömer Naci binanın girişindeki balkona atlayarak hararetli bir konuşma yapmaya başladı; “Vatandaşlar, Kâmil Paşa hükümeti Edirne’yi Bulgarlara bugün resmen terkediyor, şu dakikada –eliyle göstererek- Bâbıâli’de notalar imzalanıyor”[31] diyerek kalabalık toplamaya çalıştı.
Enver Bey ve yanındakiler yokuş aşağı yürüyerek Bâbıâli (bugünkü İstanbul Valiliği) önüne geldiler. Kapı önünde nöbet bekleyen iki er, üniformalı Enver Bey’in yolu aç komutuna uyarak çekildiler. Baskıncılar içeri girince ilk önce Şeyhülislam Cemaleddin Efendi’nin koruması olan sivil komiseri vurdular. Silah sesleri üzerine hole çıkan Sadaret yaveri Yarbay Nafiz Bey tabancasını çekerek müdahale etmek istediyse de vurulup yaralandı ve odasına sığındı. Peşinden koşan baskıncılardan Mustafa Necip’i vurdu, her ikisi de öldü. Bu sırada Harbiye Nazırı Nazım Paşa’nın yaveri Tevfik Bey yardıma koştuysa da bir kurşunla o da öldürüldü.
Bu sırada Meclis-i Vükela (Bakanlar Kurulu) toplantı halinde idi. Sadrazam Kâmil Paşa kısa süre önce padişahın bir emrini getiren Saray Başkâtibi Ali Fuad Bey’le (Türkgeldi) görüşmek üzere toplantı salonunda kendi makam odasına geçmişti. Harbiye Nazırı Nazım Paşa gürültüler üzerine toplantı salonundan hole çıkınca baskıncılarla burun buruna geldi. Nazım Paşa salonun ortasında, karşısında Enver ve yanında bulunan Sapancalı Hakkı, Hilmi, İzmitli Mümtaz ve Yakup Cemil’e hitaben, bir anlatıma göre;
—Ne oluyor? Nedir bu? Haddinizi bilmiyorsunuz, aklınızca Sadaret’i basmaya mı geldiniz?[32]
Diğer bir anlatıma göre ise;
—P……ler, siz beni aldattınız. Bana verdiğiniz söz böyle miydi?[33] demişti.
Enver Bey saygılı bir tavırla:
—Efendim, millet sizi…
Demeye kalmadan Yakup Cemil, sol tarafında durduğu paşanın arkasından elini uzatarak sağ şakağından bir kurşunla vurup öldürdü[34].
Nazım Paşa’nın kazaen vurulduğu rivayet edilmişse de Nazım Paşa’nın baskın sırasında öldürülmesinin önceden tasarlanmış olduğu şüphesizdir; çünkü böylelikle yapılan işin faydalarını onunla paylaşmak külfetinden kurtulmuş oluyorlardı. Aynı zamanda İttihatçılar içinde ona muhalif olanlar da tatmin edilmiş oluyordu. Yakup Cemil Meclis-i Vükela odası kapısı önünde Enver Bey’le konuşan Nazım Paşa’yı kasten vurmuştu[35].
Sonrasında Talat ve Enver Beyler Sadrazam Kâmil Paşa’nın bulunduğu odaya girerek istifa etmesini bildirdiler. Kâmil Paşa soğukkanlılıkla onlara laf anlatmak istediyse de Talat’ın sert bir tavırla; “İstifa! İstifa!” diye sözünü kesmesi üzerine istifasını yazarak verdi.
Enver Bey derhal saraya gidip Kâmil Paşa’nın istifa ettiğini arz ederek Mahmut Şevket Paşa’nın sadrazam tayin edildiğini içeren iradeyi alıp Bâbıâli’ye geri döndü.
Her şey çok kısa bir süre içinde olup bitmişti. Sultan Reşad başta olmak üzere kimsenin olan bitenden haberi yoktur. Talat Paşa hemen Dâhiliye Nazırı vekili sıfatıyla vilayetlere gönderdiği telgrafla; Kâmil Paşa hükümetinin Edirne ve Adaları düşmana bırakmaya karar verdiğini bu yüzden galeyana gelen ahalinin Bâbıâli önünde gösterilerde bulunması üzerine hükümetin istifa ettiğini bildirmişti[36].
Edirne ve Adalar üzerinden yapılan bu dezenformasyon, İttihatçıların yaptıkları hükümet darbesini mazur göstermek ve kendilerini temize çıkarmak için kullanacakları en önemli propaganda malzemesi olacaktır. İttihat ve Terakki, Kâmil Paşa hükümetini Edirne’yi Bulgarlara terk etmiş gibi göstererek ve buna istinaden Bâbıâli baskınına milli bir galeyan şekli vermek istemiştir[37].
Esasında Bâbıâli Baskını ile hedeflenen Edirne’yi kurtarmak değildir. Amaç iktidarı ele geçirmekti. Nitekim Edirne’nin Bulgarlara teslimine hükümetçe razı olunduğuna dair büyük devletlerin notasına cevap olarak yazılıp büyük elçiliklere gönderildiği umulan notadan sonra Bâbıâli basılmıştı. Böylece büyük devletlere Edirne’nin teslim olunduğu önceden bir nota ile bildirilmiş olacak ve “ne yapalım olan olmuş Edirne’yi düşmana vermemek işinde geç kalmışız, nota gitmiş, artık onu geri alamayız” demek mümkün olacaktı. Ancak söz konusu notanın gönderilmediği ve esasen hazırlanan notada Edirne’nin Bulgarlara bırakılması hiç tasarlanmadığı görülünce o nota müsveddesi yok edilmiş ve onun içeriği hakkında bilinen yalan biçimde haberler yayılarak bir dezenformasyon faaliyeti başlatılmış ve yapılan baskın ve başta Nazım Paşa olmak üzere işlenen cinayetler mazur gösterilmek istenmişti[38].
Bâbıâli Baskını’na gerekçe gösterilen “nota meselesi” ve “Edirne veriliyor” propagandasının nereden kaynaklandığı üzerinde biraz durmak gerekir:
Yukarıda da bahsedildiği üzere 17 Ocak’ta İstanbul’daki büyük devletler elçileri, Londra’da süren barış görüşmelerinde, Edirne’nin Balkan devletlerine terk edilmesi ve Ege Adalarının geleceğini belirlemenin kendilerine bırakılmasını isteyen ortak bir nota verdiler.
Bu notaya ne şekilde cevap verileceği Kâmil Paşa kabinesinde tartışıldı. Neticede 18 Ocak’ta iki çözüm şekli ortaya atıldı:
Birinci çözüm; Edirne’den geçen Meriç nehrini sınır yaparak, kentin cami ve türbelerin bulunduğu doğu kısmının Osmanlı’da kalarak, batı kısmının Bulgaristan’a verilmesi.
İkinci çözüm; 6 Ocak’ta İngiltere Dışişleri Bakanı Grey’in ileri sürdüğü, Edirne’nin yansız ve bağımsız şehir olması teklifinden hareketle, Edirne’nin büyük devletlerin seçeceği Müslüman bir valinin yönetiminde tarafsız ve bağımsız bir şehir haline getirilmesi önerisiydi.
23 Ocak 1913 günü Kâmil Paşa hükümeti, İngiltere’nin de desteği ile kabul görme ihtimali daha yüksek olan ikinci çözüm şeklini seçerek; Edirne’nin Berlin Antlaşması’nı imzalamış devletlerin koruması altında hangi ulustan olursa olsun, onlar tarafından atanacak Müslüman bir valinin yönetiminde özgür, bağımsız ve tarafsız bir kent durumuna getirilmesini, Çanakkale Boğazı yönünden ülkenin savunması kaygısıyla Ege Adalarının elinde kalmasını öneren bir nota taslağı hazırlamak için toplanmıştı. Ancak notaya son şeklini verip elçilere vermeye fırsat bulunamadı. İttihat ve Terakki komitesi, tertip ettiği “Babıâli Baskını” ile bir hükümet darbesi yapıp idareyi ele geçirdi.
Kâmil Paşa’nın yerine geçen Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın, 17 Ocak tarihli büyük devletlerin notasına bir cevap vermesi gerekiyordu. 30 Ocak 1913 tarihinde verilen cevabî notada; Edirne şehrinin Meriç’in sol (doğu) kıyısındaki kısmını alıkoyarak sağ (batı) kıyısındaki kısım için karar vermeyi Büyük Devletlere bırakmaya, Ege Adalarının Çanakkale Boğazı ve Anadolu’nun batı sahili için olan stratejik konumunu belirttikten sonra, Adaların geleceğine ilişkin kararı büyük devletlere bırakmayı kabul eder, denmekteydi.
Görüldüğü gibi her iki hükümetin notalarında Ege Adaları ile ilgili alınan karar aynıdır. Ayrıldıkları nokta olan Edirne konusunda ise, Kâmil Paşa hükümetinin 18 Ocak’ta tartıştığı iki karardan Mahmut Şevket Paşa birincisini, Kâmil Paşa ikincisini benimsemiştir.
Kâmil Paşa hükümeti görüldüğü gibi Edirne’yi vermiyor, tarafsız ve serbest bir şehir teklif ederek, mevcut şartlar altında anlaşma zeminine uygun bir çözüm şekli bulmaya çalışıyordu.
Büyük devletlerin verdikleri notaya, Kâmil Paşa ve Mahmut Şevket Paşa hükümetlerinin hazırlamış oldukları cevabî notalar üzerinde hassasiyetle duran ve bu konuyu Belleten’de yayınladığı “Yeni Bulunan Bir Belge Dolayısıyla” isimli makalesinde analiz eden Yusuf Hikmet Bayur’a göre; “İttihatçılar yaptıkları darbeyi meşru ve gerekli göstermek için dezenformasyon uygulayıp şöyle bir haberi yaymıştır: “Kâmil Paşa hükümeti Edirne vilayetini tamamen ve Ege Adalarını kısmen düşmana bırakmaya karar vermiştir. Bu yerleri kurtarmak için bu hükümeti devirdik”.
İşte bu yalanı tutturabilmek için de Kâmil Paşa kabinesinin bakanlar kurulunda görüşülen cevabî nota tasarısı, İttihatçılar tarafından ortadan kaldırılmıştır. Bazı eserlerde gerçek durum belirtilmiş olmakla beraber çok kere bu yalan bugüne kadar yarım yüzyılı aşan süre boyunca yaşamış ve yaşamaktadır”[39].
26 Mart 1913’te Edirne düşünce, Babıâli Baskını gecesi “Edirne, Edirne” diye feryatlarla ortalığı çınlatanlar bu defa ağızlarını bile açmamışlardı. Edirne’nin düştüğü iki gün boyunca resmen ilan edilememiş en sonunda 29 Mart 1913’te, İttihat ve Terakki Fırkası’nın yarı resmi yayın organı gibi çalışan Tanin gazetesinin başyazısında, Babanzâde İsmail Hakkı’nın imzası ile çıkan makalede: “Edirne sukût etti (düştü), fakat millet mânen yükseldi(!)”[40] hezeyanıyla izah edilmeye çalışılmıştı.
6- Edirne’nin geri alınışı: “Edirne Fatihi Enver Bey!”
29 Haziran 1913’te İkinci Balkan Savaşı başlayınca, Osmanlı hükümeti bu durumdan faydalanmak için harekete geçti. Önce 30 Mayıs 1913 tarihli Londra Antlaşması’yla çizilen Midye-Enez hattına kadar olan arazinin işgali için 6 Temmuz’da Midye-Enez hattına kadar ilerlemeye karar verildi[41]. Çünkü Bulgarlar Londra Muahedesi gereği Midye-Enez hattına hâlen çekilmemiş, Çatalca önündeki mevzileri terk etmemişti. 13 Temmuz’da harekete geçen Osmanlı ordusu 15 Temmuz’da bu hatta kadar ilerledi[42].
Midye-Enez hattına yerleştikten sonra, daha ileri gidip fırsat bu fırsat diyerek Edirne’nin geri alınması gündeme geldi. Edirne’nin geri alınması tartışmalarında Talat Bey, harekete geçmek için önayak oluyordu. Fakat hükümetteki bakanlar arasında, Londra Muahedesi’ni bozmamızdan dolayı büyük devletlerin birleşerek askeri bir harekette bulunmaları ve bilhassa Rusların bunu bahane ederek İstanbul’a yürümeleri tehlikesi yüzünden ayrılık çıktı. Bazı bakanlar tereddüt gösteriyor, bu arada Evkaf Nazırı Hayri Bey; “Girit bizim canımız diye diye bu hale geldik. Edirne’yi de ona benzetmeyelim” diyordu[43].
Nihayet 17 Temmuz’da Osmanlı hükümeti ileri hareket kararı aldı ve bu kararını bir nota ile büyük devletlere bildirdi. Buna göre Osmanlı hükümeti; sınırı Meriç’e kadar götürme kararı aldığını, bu sınırı kesin olarak kabul edip hiçbir bahane ile Meriç’i aşmayacağına dair teminat vermişti[44].
İleri hareket emrine göre sağdaki Abuk Paşa ordusuna Kırkkilise, soldaki Hurşit Paşa ordusuna Edirne, Enez’de bulunan Fahri Paşa ordusuna ise Dimetoka istikametleri verilmişti[45].
22 Temmuz’da Edirne alındı. Büyük devletler beklendiği üzere buna sıcak bakmadılar. İngiltere, Fransa ve bilhassa Rusya işi tehdide kadar götürerek Osmanlı ordusunun Edirne’den çekilmesini istedi. Bütün bu tehdit ve baskılara rağmen Osmanlı hükümeti Edirne’yi bırakmak istemediğini açıkça belirtmişti. 10 gün kadar Osmanlı’ya baskı ve gözdağı vererek Edirne’den çıkarmaya uğraşan büyük devletler ortak bir askerî harekât kararı alamadı, hiçbir devlet de tek başına hareket etmeye yanaşmadığı için bir oldu bittiyle Edirne geri alınmış oldu[46].
Kabul etmek gerekir ki; Edirne’nin geri alınmasında İttihat ve Terakki hükümeti son derece cesur bir karar alarak Edirne’ye ilerlemiş, büyük devletlerden gelen bütün tehditleri göğüsleyerek savaş dâhil her şeyi göze aldığı kararlılığını gösterip Edirne’ye sahip olmuştu. Bu kararın alınmasında İttihat ve Terakki’nin siyasi kanadında Talat Bey, askerî kanadında Enver Bey faal rol oynamıştı.
19 Temmuz’da ordu harekete geçince Hurşit Paşa’nın kurmay başkanı Enver Bey ordunun ilerisindeki süvari ile gitmek için Başkomutan Vekili İzzet Paşa’dan izin istemiş ve bu izin kendisine verilmişti[47]. Enver Bey süvari tugayı ile hızlı hareket ederek 21 Temmuz gecesi Edirne önüne geldi. Enver Bey 22 Temmuz sabahı süvari tugayının önünde giden Karslı Cihangiroğlu İbrahim Bey’in komutasındaki gönüllü süvari birliği ile beraber Bulgarların birkaç saat evvel terk etmiş oldukları Edirne’ye girdi[48].
Enver Bey ilk iş olarak, daha Başkumandanlığı haberdar etmeden, başarıyı telgraflarla memleketin dört bucağına yaymış, “Edirne Fatihi” unvanını almıştı.
23 Temmuz 1913’te gazeteler, Edirne’nin geri alınışını müjdeleyen başlıklarla çıktı. Tanin gazetesi; “İki Büyük Bayram: 10 Temmuz – Edirne ve Kırlareli’nin Geri Alınışı” başlığını atmıştı[49]. (10 Temmuz -Miladi 23 Temmuz- Meşrutiyet’in ilan edildiği tarih o zaman milli bayram olarak kutlanıyordu).
Edirne’nin geri alınışında Yarbay Enver Bey herkesten çok ön plana çıkmış, yerli yabancı basının ilgi odağı olmuştu. 29 Temmuz 1913’te Matin Gazetesi muhabiriyle yaptığı görüşmede, büyük devletlerin Edirne’nin tahliye edilmesine dair yaptıkları baskılara cevap olarak şu beyanatı vermişti: “Edirne’yi tahliye etmeyeceğiz. Buradayız, burada kalacağız. Avrupa bilsin ki Osmanlı ordusu Osmanlı olan Edirne şehrini müdafaa etmek için son askerine varıncaya kadar feda edecektir. Edirne’den katiyen vazgeçemeyiz”[50].
Meşrutiyetin ilanında “Hürriyet Kahramanı”, Edirne’nin geri alınışında “Edirne Fatihi” olarak lanse edilen Enver Bey’in yıldızı iyice parlatılmış, birkaç ay sonra yarbaylıktan Tuğgeneralliğe terfi ettirilerek Harbiye Nazırı ve Genelkurmay Başkanı olmasına zemin hazırlanmıştı.
İkinci Balkan Savaşı’ndan istifade ederek Edirne’nin geri alınışı İttihat ve Terakki’nin Balkan Savaşları sürecinde yapmış olduğu en hayırlı iş olmuştur. Gerçekten de daha mürekkebi kurumamış olan ve Avrupalı büyük devletlerin garantörlüğünde imzalanan Londra Antlaşması hükümlerini hiçe sayarak Edirne’nin bir oldu-bitti ile geri alınması son derece cesurca alınmış bir karardı. Zira Londra Antlaşması’na garantör olarak imza koyan büyük devletlerin hepsi Edirne’nin geri alınışına karşı çıkmışlardı. Hatta Rusya ve Fransa işi savaş tehdidine kadar vardırarak sert ültimatomlarla Edirne’nin tahliyesini istemişlerdi. Bütün bu tehditleri göğüsleyerek, Edirne’nin geri alınması için ordunun ileri hareket kararı almasında İttihat ve Terakki’nin askerî kanadı başta Enver Bey olmak üzere faal rol oynamış; siyasî kanattan Talat Bey kabinenin ordunun ilerlemesine izin vermesini sağlamakta önayak olmuştu.
Bu yazı NTV Tarih Dergisi Ekim 2012, Sayı: 45’te yayınlanan makalenin genişletilmiş halidir.
Not: Bu yazı yayınlanmadan önce NTV Tarih Dergisi yönetiminden izin almam gerekiyordu. Yayın hakkı konularında son derece duyarlı olmama rağmen ne yazık ki bu çok önemli noktayı sonradan hatırladım. NTV Tarih Genel Yayın Yönetmeni Gürsel Göncü’den ve Gelibolu’yu Anlamak okurlarından özür diliyorum. ( Tuncay Yılmazer )
[1] Rıfat Uçarol, Gazi Ahmet Muhtar Paşa, Filiz Kitabevi, İstanbul, 1989, s. 369
[2] Rıfat Uçarol, Balkan Savaşı Öncesinde Terhis Olayı ve Seferberlik İlanı Sorunu, Dördüncü Askeri Tarih Semineri-Bildiriler, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1989, s. 270.
[3] Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, Cilt: II, Kısım: I, TTK. Yayını, Ankara 1943, s. 305
[4] İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Cilt: 4, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1972, s. 289
[5] Rıfat Uçarol, Balkan Savaşı Öncesinde Terhis Olayı ve Seferberlik İlanı Sorunu, s. 271
[6] TBMM Zabıt Ceridesi, İ:33, 2 Temmuz 1328 (15 Temmuz 1912) C:2
[7] Rıfat Uçarol, Gazi Ahmet Muhtar Paşa, s.376
[8] Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, Cilt: II, Kısım: II, s.110
[9] Rıfat Uçarol, Balkan Savaşı Öncesinde Terhis Olayı ve Seferberlik İlanı Sorunu, s.274
[10] Sina Akşin, Jon Türkler ve İttihat ve Terakki, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1987, s.210
[11] Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İ.HR, 437/110
[12] Rıfat Uçarol, Gazi Ahmet Muhtar Paşa, s.374
[13] Cemil Topuzlu, 80 Yıllık Hatıralarım, İşaret Yayınları, İstanbul, 2010, s.160
[14] Cemil Topuzlu, 80 Yıllık Hatıralarım, s.163
[15] Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, Cilt: II, Kısım: I, s.389
[16] Cemil Topuzlu, 80 Yıllık Hatıralarım, s.164
[17] Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, Cilt: II, Kısım: I, s.409
[18] Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, Cilt: II, Kısım: I, s.410
[19] İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Cilt: 4, s.397;
Ahmet Reşit Rey, Gördüklerim Yaptıklarım, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1945, s.185
[20] Talat Paşa’nın Anıları, T. İş Bankası Yayınları, İstanbul 2000, s. 26.
[21] Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, Cilt: II, Kısım: IV, s.244
[22] İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Cilt: 4, s.392
[23] Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, Cilt: II, Kısım: IV, s.246
[24] Ahmet Reşit Rey, Gördüklerim Yaptıklarım, s.185
[25] Mahmut Muhtar, Balkan Harbi, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, 1979, s.125
[26] Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, Cilt: II, Kısım: II, s.254
[27] Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, Cilt: II, Kısım: IV, s.283
[28] Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, Cilt: II, Kısım: II, s.263;
Ahmet Reşit Rey, Gördüklerim Yaptıklarım, s. 205
[29] Ali Fuad Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, TTK yayını, Ankara 1949, s.85
[30] Galip Vardar, İttihat ve Terakki İçinde Dönenler, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1960, s.109
[31] Galip Vardar, İttihat ve Terakki İçinde Dönenler, s.114
[32] Galip Vardar, İttihat ve Terakki İçinde Dönenler, s.116
[33] Ali Fuad Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, s.90
[34] Galip Vardar, İttihat ve Terakki İçinde Dönenler, s.116
[35] Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, Cilt: II, Kısım: IV, s.282
[36] Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, Cilt: II, Kısım: II, s.270
[37] İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Cilt: 4, s.398
[38] Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, Cilt: II, Kısım: IV, s. 273
[39] Yusuf Hikmet Bayur, Yeni Bulunan Bir Belge Dolayısıyla, Belleten, Cilt XXX, Sayı 117, TTK Basımevi, Ankara, 1966, s.115
[40] Tanin Gazetesi, 29 Mart 1913
[41] Başbakanlık Osmanlı Arşivi, BEO, 4194/314540
[42] Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, Cilt: II, Kısım: II, s.424
[43] Ali Fuad Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, s. 65
[44] Başbakanlık Osmanlı Arşivi, HR. SYS, 1974/1
[45] Ahmet İzzet Paşa, Feryadım, Nehir Yayınları, İstanbul 1992, s.152
[46] Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, Cilt: II, Kısım: II, s.443
[47] Ahmet İzzet Paşa, Feryadım, s.153
[48] Tanin Gazetesi, 22 Temmuz 1913
[49] Tanin Gazetesi, 23 Temmuz 1913
[50] Tasvir-i Efkâr Gazetesi, 30 Temmuz 1913