GELİBOLU’YU ANLAMAK

Basından Seçmeler

İttihat Terakki ve Çağdaş Tarikatlar ( Nevzat TARHAN , Haber 7.com 15.2.2008 )

1893 yılında İstanbul Haydarpaşa’da Askeri Tıbbiye Mektebi’nde kurulan bir dernek olarak İttihat Terakki cemiyetini iyi analiz etmemiz gerekir. Dr. Abdullah Cevdet’in de içinde bulunduğu tıbbiyeli beş genç kurucu hızla kadrolaştı. Böylece ‘Jön Türkler Hareketi’ başlamış oldu. Cemiyetin resmi sözcüsü Ziya Gökalp idi. Bol provokasyonlu 31 Mart irticai isyan vakası ile güçlendi. 1913’de ünlü Babıali Baskını ve Mahmut Şevket Paşa’nın beş ay sonra şüpheli suikastı ile iktidara tam sahip oldu. 1918’den sonra Anadolu’da Kuva-yi Milliye Hareketi’ni yeni kadrolarla başlattı. İttihat Terakki 1909’a kadar “Rical-i Gayb” denilen görünmez kişilerce yönetildi. Kuruluşu ve işleyişi tarikat yapılanmasına çok benziyordu. İstibdatla mücadele idealinde birçok haklı yeniliği Osmanlı’ya getirirken yeni istibdatlara yönelmesi ilginçti. İttihat Terakki yönetiminin başta Enver Paşa’nın niyetleri çok samimiydi ve idealleri yüksekti. Ancak kullandıkları yöntem istibdata istibdatla karşılık verme şeklinde oldu.

Çocuklardık, trajik yıldızlardık o zaman… Uğur Vardan – Radikal 15/02/2008 )

1915 Ocak’ında Van’daki cephaneyi zorlu doğa koşulları altında sınıra taşımak için yola çıkan 120 çocuğun mücadelesini perdeye taşıyan ‘120’, son derece sinematografik bir konuyu heyecansız anlatmış
Tarihin kime, nerede, ne zaman, nasıl bir rol biçeceği belli olmaz. Ama 1900’lerin başında yaşayıp da neredeyse bütün bir gezegeni saran savaş histerisinden payını almamak olur mu? İmparatorlukların battığı, yeni devletlerin yükseldiği, haritaların yeniden çizildiği bir ortamda, kuşkusuz insanlık büyük bedeller ödedi. Murat Saraçoğlu ve Özhan Eren’in birlikte çektikleri ‘120’de, işte bu zaman diliminde, Van’ın o döneme kurban verdiği gencecik insanların trajedisini perdeye taşınmak ve tarihin o tozlu sayfaları yeniden hatırlatılmak istenmiş.

Tarih ezberlenmesi gereken baş belası bir lise dersi midir? ( Mehmet Barlas – Milliyet İnternet 14.1.2008 )

Keşke mümkün olsaydı ve Anadolu toprakları üzerinde hem antik Yunan’dan, Roma’dan, Bizans’tan, Selçuklu’dan ve Osmanlı’dan kalan bütün eserler yine bulunsaydı ve tarihimiz de 1923’ten (ya da 1919’dan) başlamış olsaydı. Ama bu mümkün değil. İstesek de istemesek de tarihimiz bütün öğeleriyle, en güncel olaylarda bile karşımıza çıkıveriyor. Hangi karmaşık konuya el atsak, birileri “sende bu evlat acısı ben de bu kuyruk acısı varken arkadaş olmamız mümkün değil” diye, tarih sayfalarındaki kan davalarını bugüne taşıyor. Ermeni soykırımı iddialarını tarihçilerin yargısına aktarmayı başaramadık. Şimdi de gündemimize “Alevi İftarı”ında milletvekili Reha Çamuroğlu’nun yaptığı konuşma dolayısıyla “Çaldıran Savaşı ne anlama gelir” tartışması girdi.

Strateji Hastalığı – Akif Emre ( Yeni Şafak – 8.1.2008 )

Bizim gibi imparatorluk kurabilmiş tüm iddialı ulusların bir stratejik dünya algısı vardır. Almanların 5B ile formüle edilen stratejik yayılma hedefleri ile Kutsal Roma-German imparatorluk mirası arasında ilişki vardır. Avrupa Birliği projesi bile bu çerçevede büyük devletler açısından Roma’yı yeniden kurma idealinden bağımsız değildir. Böylesi bir arkaplana yaslanan stratejik hesaplaşma aslında bir medeniyet projesine dönüşüyor demektir. Bir medeniyet içi süreklilik idealinin stratejik dille formüle edilmesi demektir. Böylesi hesabı olmayan uluslar çevreye itilerek, büyük hedefi olan ulusların gölgesinde kalarak dar alanda çıkar hesapları yaparlar ancak.
Türkiye’deki stratejik hesap yapmanın, düşünmenin ‘strateji hastalığı’na dönüşmesi böylesi bir medeniyet vizyonundan, büyük düşünme ve ufukdan mahrum olmasıdır. Burada şaşılacak olan, kendini ulus-devlet ufkuyla sınırlamış, geleceğini Batı (güç dengesine göre buradaki özne değişir) ile gireceği ittifak adı altında kamufle edilen il/ti/hak etme politikalarına bağlayan batıcı-ulusalcı-milliyetçilerin durumundan çok kendini bir ümmetin parçası gören Müslüman kimlik ve duyarlılık sahibi okumuşların da iddiasız, ufuksuz ve sığ yorumlara sığınmalarıdır.

Mehmet kif’i anmak – Taha Akyol ( Milliyet- 27.12.2007 )

MİLLİ şairimiz Mehmet kif 27 Aralık 1936’da vefat etti. Devlet bu vefatı işitmedi, görmedi; cenazesini millet kaldırdı. Büyük şair Abdülhak Hamid’e özel kanunla maaş bağlayan devlet, büyük şair Mehmet kif’e hak ettiği emekli maaşını bile bağlamamış, kif dostlarının bakımına muhtaç kalmıştı. Emekli maaşı bağlandığında artık ölüm döşeğindeydi. kif, siyasete hiç karışmadığı halde bir ‘muhalif’ gibi peşine polis takılmış, sürekli siyasi hücumlara maruz kalmıştı. “Arap, Arnavut” denilerek Türklükten tard edilmişti! “Gerici” denilerek aşağılanmıştı! Bunu yapanlar, onun “İstiklal Marşı”nı yazabilmiş tek şair olduğunu akıllarına bile getirmiyordu. İki büyük şairimiz, Tevfik Fikret ile Mehmet kif arasındaki görüş ve duyuş farkları analiz edilmiyor, anlamaya çalışılmıyor, kif’e hakaret için vesile yapılıyordu.
kif’e Türkçülük yapmadı diye saldıranlar, Fikret’in tek mısraında bile “Türk” kelimesinin geçmediğini, siyasi kimlik olarak sadece “Osmanlılık” kavramını yücelttiğini düşünmediler.

Dünyanın En Büyük Silah Tüccarı Basil Zaharoff – Soner Yalçın ( Hürriyet 6.1.2008 )

Zaharoff’un “ölüm tacirliğine” ilk adımını attığı o dönemde; Avrupa, Balkanlar, Osmanlı, Rusya adeta kaynıyordu. 1877’de Yunanistan’ın Osmanlı’ya saldırmak için, asker sayısını 22 binden 44 bine çıkarması Zaharoff’un şansı oldu! Sadece legal yollarla satış yapmıyordu; Balkanlar’da Osmanlı’ya karşı ayaklanan milliyetçi gruplara da gizlice silah satıyordu. Bu arada Osmanlı’ya da silah satıyordu! Çok başarılıydı. 1885 yılında Nordenfeldt’e ortak oldu! Zaharoff’un silah dünyasında hızla yükselmesinin bir nedeni de, 19. yüzyılda savaş anlayışı ve teknolojisindeki büyük değişimlerdi. Savaş gemilerinde buhar enerjisinden yararlanmaya başlanınca güçlü zırhlara ve büyük toplara sahip dretnotlar savaş sahnesine çıktı. Kara savaşları için ise çok daha isabetli ve seri atış yapan silahlar, toplar üretilmeye başlandı. Top üretiminde bir numara Nordenfeldt idi. Ancak: 1888’de, dakikada 600 mermi atan dünyanın ilk makineli silahını bulan Amerikalı mühendis Hiram Maxim, Zaharoff’un satışlarını düşürdü. Zaharoff, iş bitiriciliğini burada da gösterdi; mühendis Hiram Maxim’i Nordenfeldt’e ortak etti. Fakat Nordenfeldt şirketinin sahibi İsveçli Torsten Wilhelm Nordenfeldt artık Zaharoff ile başa çıkamıyordu; onun oyunlarından bıkmıştı. 1890’da ortaklığı bozmakla kalmadı, Londra’dan ayrılıp Paris’e yerleşti. Zaharoff yola Hiram Maxim ile devam etti; daha sonra İngiliz Vickers silah şirketiyle ortaklık kurdu. Ve zamanla bu şirketi de tamamen ele geçirdi.

“Şehit” ile “Zayiat” arasındaki uçurum ( Emre Aköz- Sabah 21.12.2007 )

Küçük, tali, ilk bakışta pek de önemi olmayan bir sözden, bir olaydan hareketle büyük yapıya, sisteme doğru gitmeyi severim. Kısaca ifade edersek: Parçayı bütüne bağlama çabası…İşte bir örnek: Genelkurmay’ın internet sitesinde ‘ Sarıkamış Harekatı’yla ( 22 Aralık 1914-15 Ocak 1915 ) ilgili bilgiler yayınlandı: İsimler, sayılar, fotoğraflar, vs…Konuya yer veren gazetelerden biri de Vatan’dı. Dün 18’inci sayfada yer alan haberin başlığı şöyleydi: ” Sarıkamış’ta şehit sayısı 90 değil 60 binmiş “.Haberde geçen cümle ise öyle demiyordu: ” Rusların zayiatının 30 bin, Türklerin zayiatının ise bilinenin aksine 90 bin değil 60 bin olduğu kaydedildi.”
Haberdeki bilgi doğru, başlık ise yanlış …

Sarıkamış’ın Yılanlı Ada şehitleri ( haber7.com , 8.12.2007 )

Birinci Dünya Savaşı’nda esir kampı olarak kullanılan, 10 bine yakın Türk asker ve sivilin şehit edildiği tahmin edilen Hazar Denizi’ndeki Ruslara ait Nargin Adası’nın görüntüleri, Rus Gizli Servis Teşlikatı’nın (KGB) arşivlerinden çıktı. Tam 92 yıl sonra, Sarıkamış Dayanışma Grubu’nun uzun çalışmalarıyla ortaya çıkan kayıtlarda, 1914-1915 yıllarında, Sarıkamış Harekatı’nda Anadolu köylerinden esir alınan sivil ve askerlerin görüntüleri yer alıyor. Tarihi kaynaklarda, Türk esirlerin çoğunun, susuzluktan, yılanların zehirlemesi ve Ruslar’ın kurşuna dizmesiyle şehit olduğu yazıyor. O dönemde Ruslar’la işbirliği içinde olan Ermeni askerler ve subayların da Türkler’e işkence yaptığı belirtiliyor.

Gelibolu’yu Anlamak’ta Savaş Karakaş’ın Hazırladığı Bir Belgesel : Sessiz Anzac AE-2 ( 1.Bölüm)

AE-2 denizaltısı özellikle Avustralyalılar açısından sembolik önemi çok fazla olan bir denizaltıdır. Çanakkale Muharebeleriyle ilgilenenler hatırlayacaklardır; 25 Nisan 1915 gecesi Arıburnu çıkarmasının başarısız olduğu ve geri çekilmesi gerektiğini bildiren telgrafı alan General Hamilton’un imdadına AE-2’nin Marmara Denizi’ni geçtiği haberi yetişecektir. Bu haber Arıburnu’ndaki Anzac komuta heyetine bildirilecek, AE-2 Türk hatlarını geçebilmenin sembolü olarak anılacaktır. Ne var ki Dacre Stoker yönetimindeki bu denizaltı 30 Nisan 1915’te Sultanhisar torpidomuz tarafından Karabiga açıklarında batırılır. Sualtı araştırmacısı Savaş Karakaş ve ekibi, bir grup Avustralyalı araştırmacı ile birlikte Marmara denizinde 72 metre derinlikte ( üstelik üzerinde patlamamış tek torpidosuyla! ) bulunan AE-2 denizaltısının izini sürüyor, çıkarılmasıyla ilgili son gelişmeleri tartışıyor.